Bilmediğiniz başka takıntılarınız olabilir

Temel belirtisi takıntı olan tek hastalık obsesif kompülsif bozukluk değildir. Kişinin takıntılı olduğu başka hastalıklar da vardır.

NPİSTANBUL Beyin Hastanesi'nden Yrd. Doç. Dr. Oğuz Tan anlattı...

Temel belirtisi takıntı olan tek hastalık obsesif kompülsif bozukluk değildir. Kişinin takıntılı olduğu başka hastalıklar da vardır.

Kimi burnuna ‘takar’, bütün gün aynada burnunu seyreder, hiç de fena bir burnu olmadığı halde estetik ameliyat hayaliyle yaşar, hatta estetik ameliyat olur, ama burnunu yine beğenmez, başka cerrahın yolunu tutar.

Kimi kilosuna takar. Pek de şişman değildir ama hayatı sıkı rejimlerle geçer. Beş on kilo verir, yine şişman görür kendisini, on beş kilo verir, hala şişmandır, erir biter, bir türlü rejimden vazgeçmez.

Kimi sağlığına takar. Ne kadar kan, idrar verirse versin, ne kadar tahlil yaptırırsa yaptırsın, ne kadar röntgen çektirirse çektirsin, kaç tane doktor ‘Sapasağlamsın’ derse desin, feci bir hastalığı olduğu düşüncesinden vazgeçemez. Vücudunda çıkan küçücük sivilce, karnında oluşan azıcık şişkinlik, kalbindeki ufacık çarpıntı ölümü habercisidir. Bir günlük ömrü kalmış gibi acıyla, kederle son nefesini bekler.

Kimi sekse takar. Her an seks düşünür, sürekli cinsel fantezi kurar. Güzel çirkin ayırt etmez, sevişmeden duramaz.

Televizyonda, sinemada mizah malzemesi olan bu takıntılar, insanın hayatını mahveden, hatta bazen öldüren felaketlerdir. Artık ‘alışveriş hastalığından’ bile bahsedilir oldu. Bazı kişiler yuvaları yıkılana, mahkemelik olana, hapislere düşene kadar alışveriş yapıyorlar. Obsesif kompülsif nasıl iradesiyle el yıkamayı durduramıyorsa, kumarbaz nasıl iradesiyle kumardan veya alkolik içkiden vazgeçemiyorsa, ‘alışverişkolikler’ de mağaza gezmekten, kredi kartı eskitmekten vazgeçemiyorlar.

Obsesif kompülsif bozukluğa akraba hastalık deyince, dış görünüşle, sağlıkla vesaireyle ilgili takıntılardan önce ‘tiklerden’ bahsetmek gerekiyor.

TİK BOZUKLUĞU

Hepimiz etrafımızda tikli çocuklar görmüşüzdür. Bu çocukların epeyce bir kısmının ileride takıntı hastalığına yakalanacağını veya halen takıntı hastası olduğunu biliyor muydunuz? Obsesif kompülsif bozukluk ile tik bozukluğu arasında böyle enteresan bir akrabalık vardır. Vücutta tikleri üreten anormallik, takıntı hastalığına da yatkınlık yaratır.

Her 7-8 çocuktan biri tik hastasıdır. Bu hesaba göre 40 kişilik bir sınıfta en az beş çocuk tiklidir. Tikli çocukların genellikle erkek olduğu herhalde herkesin dikkati çekmiştir. Kız çocuklarında da elbette tik görülür, ancak tik bozukluğu erkek çocuklarda üç kat daha sıktır. Yani her dört tikli çocuktan üçü erkek, biri kızdır.

Tikler, kaslardaki irade dışı hareketlerdir. Tikleri ‘hareket tikleri’ ve ‘ses tikleri’ olarak ikiye ayırabiliriz.

Tikli çocuklar göz kırparlar, burun kıvırırlar, dudaklarını oynatırlar veya yalarlar, kaşlarını kaldırırlar, yüz buruştururlar, hatta aniden kafa atarlar. Tikler sadece yüz bölgesinde görülmez. Kollarda, gövdede de tik çıkabilir (omuz silkme, parmaklarla oynama, parmak tıklatma, ayaklarını sallama-vurma, sekme, ayak bileğini germe...) Sık sık boğaz temizleyen, habire öksüren, bu yüzden evde ve okulda bol bol azarlanan çocuklarda bu nahoş sesler aslında tiktir. Ayrıca burun çekebilirler, ıslık çalabilirler, hayvan/kuş sesi çıkarabilirler.

Bazı tikler ise daha karmaşıktır, uzun sürer ve anlamlı yahut ‘kasti’ gibi görünebilir. Mesela el ve yüzdeki bazı manidarmış gibi duran hareketlerin, yavaşça bir baş hareketinin tik olması mümkündür. Bazıları şaşırmış veya anlamamış gibi bakarlar (hatırlayanlara Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü Werner Laurant örnek verilebilir), eşyalara ve insanlara dokunurlar (etraflarındaki insanları da çileden çıkarırlar), parmaklarıyla sayı sayar gibi yaparlar, bir ileri iki geri adımlarlar, çömelirler, eğilip bükülürler.

Tik hastalığı çocuklukta veya ergenliğin ilk zamanlarında, ama en çok 6-7 yaşlarında başlar. Bazılarında kısa sürer, bir ay bile geçmeden düzelir. Bazı çocuklarda ise ne yaparsanız yapın yıllarca tikleri durduramazsınız. Kimilerinde de tikler bir çıkar bir kaybolur, bir çıkar bir kaybolur.

Uyurken tik ortaya çıkmaz. Stres durumunda ise artar. Mesela oyun sırasında azalabilir, okulda artabilir. Büyükler tikleri engellemeye çalıştıkça tikler genelde çoğalır. ‘Dudak bükme! Kaş kıvırma!’ dedikçe çocuk daha çok dudak büker, daha çok kaş kıvırır. Bütün bu sebeplerden dolayı zavallı yavru ‘İşine gelince pekala tiklerini durdurabiliyor. Tik mik hikaye, bu çocuk bizi kullanıyor,’ diye suçlanır.

Halbuki tik bozukluğu basbayağı bir hastalıktır. Ortamdaki strese göre tiklerin artıp azalması, hastalığın tabiatı gereğidir. Bir erişkinin heyecanlı anında ölçtürdüğü tansiyon nasıl yüksek çıkıyorsa, gergin çocuğun da stres durumunda tikleri fazlalaşır.

Tik bozukluğunun bir türü Gilles de la Tourette Sendromudur (Jil dö la Turet okunur). Bu sendromun sıradan tik bozukluğundan temel farkı, tiklerin daha karmaşık ve oldukça tuhaf olmasıdır. Çocuk patlar tarzda öksürebilir, hırıltılı sesler çıkarabilir, havlar gibi bağırabilir. Hatta ağzından rasgele bazı kelimeler dökülebilir. Bu kelimeler genellikle küfürlü sözlerdir. Çocuk bir yandan aniden patlayan bir sesle küfür ederken, bir yandan da eliyle kapıyı yumruklayabilir veya duvarı tekmeleyebilir. Burada yumruk da, tekme de, küfür de tiktir ve irade dışıdır. Gilles de la Tourette hastası mesela yolda yürürken aniden durup zıplamaya başlayabilir, siz ne olduğunu anlamadan yolunu yürümeye kaldığı yerden devam edebilir. Birden ekseni etrafında dönebilir, durup arkasına dönerek birkaç adım atabilir, tekrar arkasına dönerek yürüyüşünü sürdürebilir. Basit tikler toplumda son derece yaygın olduğu halde, Gilles de la Tourette Sendromu oldukça nadirdir.

Takıntı hastalığı ile akrabalık gösteren tik bozukluğu türü, aslında Gilles de la Tourette Sendromudur. Bu sendroma yakalanmış olanların en az  %40’ında takıntı hastalığı da vardır. Genel nüfusta takıntı hastalığı yaygınlığının %2.5-3 olduğunu hatırlarsak, Gilles de la Tourette hastalarında obsesif kompülsif bozukluk 10-15  kat daha sık görülmektedir. Ayrıca takıntı hastalarının da aşağı yukarı %10’unda Gilles de la Tourette Sendromu vardır.

Obsesyon, kişinin mantıksız olduğunu bildiği halde zihninden atamadığı düşünce, kompülsiyon ise mantıksız olduğunu bildiği halde gidip yaptığı eylemdir. Tikli çocuklar da tiklerinin mantıksız olduğunu bilirler, bu çocukların akli dengeleri yerindedir. Ama tiklerini iradeleriyle durduramazlar veya yalnızca kısa süre durdurabilirler. Bu açıdan kompülsiyon ile tik birbirine çok benzeyen iki belirtidir.

Tik hastalarının beyinlerinde, bazal gangliyonlarda (beynin ortasında yer alan birkaç gri alan) problem olduğu tespit edilmiştir. Bazal gangliyonlar, takıntı hastalarında da faaliyeti bozulmuş olan bölgelerden biridir. Demek ki tik bozukluğu ile takıntı hastalığı, beynin aynı bölgelerinden kaynaklanan iki hastalıktır. Aralarındaki benzerlik ve sıkça aynı kişide beraber bulunmalarının sebebi de bu olsa gerektir.

ÇİRKİNİM, ÇİRKİNİM, ÇOK ÇİRKİNİM

Çirkinlik takıntıları da ailesinde böyle bir hasta olmayanın tahmin edemeyeceği kadar ağır bir durumdur. Bu hastalar görünüşlerindeki hayali bir kusurla uğraşıp dururlar. Bu hastalığa ‘vücut dismorfik bozukluğu’ denir. ‘Morf’ şekil demektir, ‘dis’ de bozukluk anlamına gelen bir önektir. Vücut dismorfik bozukluğunun eski adı ‘dismorfofobi’ idi (yani ‘şekil bozukluğu korkusu’). Aynı rahatsızlık ‘monosemptomatik hipokondriyazis’ (yani ‘tek belirtili hastalık hastalığı) adıyla da anılır.

Burunlarının iri olduğunu düşünüp her aynada, camda, su birikintisinde şöyle bir yüzlerini süzenler bu kişilerdir. Burunlarından nefret ederler, kendilerinden neredeyse iğrenirler, çirkinliklerini kimseye göstermemek için insanlardan kaçarlar. Estetik cerrahların, kulak burun boğaz doktorlarının kapılarını aşındırırlar. Doktorlar burunlarının gayet normal olduğunu söylerler, bu kişileri ameliyat etmek istemezler. Yine de ikna olmazlar. Ya doktoru bin türlü numarayla ameliyata zorlamaya çalışırlar ya da başka doktora giderler. Halbuki çoğunun burnu hokka gibidir, kusur varsa da bu hiç de çirkin sayılamayacak kadar hafiftir.

Sadece burunlarına takmazlar elbette. Mesela küçücük kulaklarının kepçe olduğunu düşünen de vardır. Bir milyon kişi bunlara kepçe kulaklı olmadıklarını söylese, inanmazlar. Saç uzatırlar, şapka kullanırlar.

Bazısı gözlerinin şekline takar. ‘Yok efendim badem gözlüyüm, halbuki ben yuvarlak gözlü olmak istiyorum,’ diyenini mi istersiniz, bir gözünün büyük olduğunu düşüneni mi, sol yanağında bir yerde damarlarının belirginleştiğini iddia edeni mi. Kadınlar arasında saçlarım zayıf veya soluk diye hayatı kendilerine zehredenler vardır. Erkekler cinsel organlarını küçük zannedip kız arkadaş edinmekten, evlenmekten kaçarlar, evlenirlerse kesinlikle aldatılacakları endişesini taşırlar. Kimi aşırı kıllı olduğunu sanır, kimi vücudunun çok ince olduğunu. ‘Koca kafalıyım’ diye saçlarına türlü türlü şekil verenler, zengin bir şapka koleksiyonu edinenler, kalçalarının iri olduğu tasasıyla ne giyecekleri bilemeyenler çoktur.  Dudaklar, dişler, çene, eller, ayaklar, bacaklar, omuzlar, sırt, vajina ve daha bir sürü vücut bölgesi takıntı konusu olabilir.

20 yaşlarında, son derece güzel bir bayan hastam cildinin bozuk olduğunu düşünüyordu. Gözeneklerinin çok iri olduğunu, bunun da yüzüne çok çirkin bir görüntü verdiğini söylüyordu. Yanağında küçücük bir sivilce çıksa, ona iğrenç bir çıban çıkmış gibi geliyordu. Saatlerini ayna önünde geçiriyor, karşısında gördüğü ‘berbat surat’ karşısında bazen hıçkırıklara boğuluyordu. Bir sürü cilt doktoruna gitmişti. Cilt doktorları bir problem olmadığını söylüyorlar, herkese iyi gelecek bir takım ilaçlar dışında tedavi vermiyorlardı. Bu defa cilt doktorlarını eleştirmeye başlıyordu. Gündüzleri sokağa çıkmaz olmuştu. Hem gün ışığının cildini bozduğunu düşünüyor, hem de aydınlıkta ortalıkta dolaşmaktan kurtulmuş oluyordu. Gayet güzel bir kız olduğu için kendisine hayran olan erkek çoktu. Hastam bu duruma bir anlam veremiyordu. Apaçık gerçekleri bile göremiyordu. Nihayet hayali çirkinliğinden duyduğu azaba dayanamadı, bir kutu ilaç içerek hayatına son vermek istedi. Kendisiyle ilk tanışmamız böyle oldu. Ağır bir depresyona girmişti. O suratla yaşamaktansa ölmeyi tercih ediyordu. İntihar riski ortadan kalkana kadar hastanede tedavi ettik. Birkaç hafta içinde depresyonu düzeldi, artık ölmek istemiyordu. Ama hala, psikiyatri sevisinde yatarken bile, taburcu olur olmaz gideceği cilt doktorlarının, plastik cerrahların listesini yapıyor, benden ciltle ilgili iyi bir uzman tavsiye etmemi istiyordu.

Bir başka hastam da bana geldiğinde 40’lı yaşlardaydı. Yıllar önce aşırı çirkin olduğunu düşündüğü için insan içine çıkamaz hale gelmiş, hatta bu yüzden üniversiteyi terk etmişti. İnsanların iğrenircesine kendisine baktığını sandığından, çalışamıyordu da. Ailesi fakirdi. Babası bir hastalık dolayısıyla yıllar önce bakıma muhtaç hale gelmişti. Evde evlenmemiş ve çalışmayan bir kız kardeş vardı. Tek gelirleri, yaşlı annesinin haftada bir gün evlerinin önünde kurulan pazarda sattığı öteberi idi. Annesinin ekmek kavgası karşısında yüreği parçalanıyor, kendisi pazara çıkmak istiyor, bir hafta çalışsa bile hemen ardından ‘koca suratı, kepçe kulakları’ yüzünden yine eve kapanıyordu. Bana başvurduğunda, öğrenci affı gündemdeydi. Çirkinlik tasasından kurtulmak, üniversiteyi 25 sene önce kaldığı yerden bitirmek, hayata dönmek istiyordu. Bütün vücut dismorfik bozukluğu hastaları gibi, çirkinlik takıntıları tamamen hayaliydi. Hatta son derece yakışıklı bir erkekti. Talebelik yıllarında lakabının ‘yakışıklı’ olduğunu, devrin meşhur artistleriyle kıyaslandığını söylüyordu. Böyle bir kişinin 25 yılı, insanlardan kaçarak geçmişti.

Bu hastaların çoğu psikiyatriste gitmezler. Estetik cerrahlara, cildiyecilere, kulak burun boğazcılara, ürologlara, kadın doğumculara başvururlar. 1993’te yapılan bir araştırmada, vücut dismorfik bozukluğu olan 50 hastadan 10’unun hayali kusuru sebebiyle ameliyat olduğu tespit edilmişti. Hatta hastalardan biri tam 15 kere bıçak altına yatmıştı. Aslında cerrahlar bu kişileri ameliyat etmek istemezler, ama doktorları öylesine zorlarlar ki, ya ikna etmeyi başarırlar veya eline neşteri alacak bir cerrah bulana kadar doktor doktor gezerler.

Gittikleri doktor veya aileden biri psikiyatriste gitmesini önerdiğinde, bunu şiddetle reddederler. Çünkü taktıkları organın gerçekten kusurlu olduğuna inanırlar. Bu da takıntı hastalarından (yani obsesif kompülsiflerden) önemli bir farklarıdır. Obsesif kompülsifler takıntılarının mantıksız olduğunu bilirler, ama kafalarından atamazlar, rahatsız olurlar, kendi istekleriyle psikiyatriste giderler.

Vücut dismorfik bozukluğu hastalarının inançlarını pekiştiren bir durum da şudur: Kusur icat ettikleri organlarıyla o kadar uğraşırlar, ailelerine, arkadaşlarına ‘Burnum iri mi, gözlerim çekik mi, saçlarım kuru mu’ gibi soruları o kadar çok sorarlar ki, anne babanın ufak bir ilgisizliğini, arkadaşlarının hafif bir bıkkınlık işareti göstermelerini:

-‘Evet, bak, sustuğuna göre o da çirkin olduğumu düşünüyor, ama kırmamak için söylemiyor,’ veya ‘Nasıl da kötü kötü yüzüme bakıyor, çünkü çirkinim,’ şeklinde yorumlar.

Bir araştırmada çirkinlik takıntısı olan hastaların %98’inin sosyal hayatının belirgin derecede sekteye uğradığı tespit edilmiştir. Bu kişilerin %32’si tamamen eve kapanmıştı, % 83’ü depresyon geçirmişti, %29’u intihar girişiminde bulunmuştu. Hastalık yüzünden araba kullanamayan bir kadından bile bahsedilir. Bu kadının çirkinliği yoldaki diğer sürücüleri öylesine dehşete düşürecekti ki, şoke olan bir araç sahibinin kaza yapması kaza kaçınılmaz olacaktı!

HASTALIK HASTALIĞI

Hastalık hastalığı tabirini günlük dilde çok kullanırız. Hastalık hastaları, türlü şikayetlerle doktor doktor gezerler, milyarlarca liralık tahlil yaptırırlar, bedenlerinde hiçbir rahatszılık tespit edilemez, ama sağlam olduklarına bir türlü ikna edilemezler. Gerçekten hastalıkları bulunabilir, ancak hastadaki belirti hastalıkla açıklanamayacak derecede şiddetlidir.

Tıpta hastalık hastalığına hipokondriyazis, hastalık hastalarına da hipokondriyak denir. Hipokondriyaklar sürekli hastalıklarından bahsederler, kimi görseler hallerinden yakınırlar, ağlarlar, sızlarlar. Kimseyle tatlı tatlı sohbet edemez, bahsi derhal hastalığa getirirler. Karınları ağrır, göğüsleri yanar, beyinleri uyuşur, ayakları tutmaz, nefesleri daralır, bezeleri şişer. Kötümser, kaygılıdırlar. Yapılmadık tetkik, gidilmedik doktor bırakmamışlardır. Her uzmandan ‘Sağlamsın’ güvencesini aldıkları halde, yine de vücutlarında teşhisi konulamayan ciddi bir hastalık olduğu düşüncesinden kurtulamazlar.

Hipokondriyaklar bir türlü durduramadıkları hastalık sohbetleriyle, çevrelerinde estirdikleri matem havasıyla, ikide bir doktorlara hastanelere taşınmalarıyla yakınlarında usanç yaratırlar. Sinemada, edebiyatta mizah konusu olurlar. Ama hakikaten halleri perişandır hastalık hastalarının. Obsesif kompülsifler nasıl saplandıkları bir takıntıdan kendilerini kurtaramıyorlarsa, hipokondriyaklar da hastalık fikrinden kendilerini kurtaramazlar. Ölümlerinin yaklaştığını, ölmeseler de sürüneceklerini kurup dururlar. Okuduklarından, duyduklarından, birinin hastalandığını öğrenmelerinden, kendi vücutlarıyla ilgili gözlemlerinden dehşete kapılırlar.

Sağlığı konusunda evhamlı insanlar çoktur. Hipokondriyaklarda iş, sıradan bir evham boyutunu çok aşmıştır. Hastalık dışında hemen hemen hiçbir şey düşünmez, sağlıklarından başka hiçbir konuyu umursamazlar. İşlerine, evlerine, eşlerine, çocuklarına, arkadaşlarına, hobilerine olan ilgilerini kaybetmişlerdir. Tek bir hobileri kalmıştır: tıp. Ailelerinden, dostlarından çok doktorlarla beraber olmak, doktorlarla konuşmak isterler. Doktor doktor gezenlerin yanı sıra  tek bir doktora bağlananlar da vardır. Bu doktor, hastalık hastasının hayatındaki en önemli kişi haline gelir.

Dolayısıyla tıp bilgileri de genellikle kuvvetlidir. Hatta doktorlara bile bilgiçlik taslarlar. Gazetelerde sağlık köşelerinin sıkı takipçisidirler. İlaç prospektüslerini hıfz ederler. Evleri ilaç deposu gibidir. Reçete edilen her ilaçtan da birkaç tane almış, sonra ecza dolaplarına kaldırmışlardır. Zira kendilerine hiçbir ilaç iyi gelmez. Bu kişilerde her türlü hap, iğne iki üç gün sonra yan etki yapmaya başlar. ‘Bu ilaç da yaramadı,’ deyip başka bir doktor aramaya koyulurlar.

Bir açıdan durumları takıntı hastalarından daha kötüdür. Takıntı hastaları psikolojik sorunları olduğunu bilirler, psikiyatriste kendi istekleriyle giderler. Hastalık hastaları ise psikiyatriste gitmeleri önerildiğinde, bunu beyhude bir iş olarak görürler. Çünkü problemin ‘kafalarında’ değil bedenlerinde olduğuna inanırlar. Doktor hayatlarındaki üzüntüleri (sevgiler, iş sorunları, korkular, hayal kırıklıkları...) sormaya çalışırsa ya duymazlıktan gelirler ya kızarlar.

KIL KOPARMA HASTALIĞI

Bazı kişiler kendi vücutlarından kıl koparırlar. Saçlarını, kaşlarını yolup dururlar. Çoğu bize geldiğinde saçları belirgin biçimde seyrekleşmiştir. Gür saçlı genç kızların kafa derileri seyrelen saç telleri arasından pembe-beyaz parıldar hale gelmiştir. Bu hastalığa ‘kıl koparma deliliği’ anlamında ‘trikotilomani’ denir.

Trikotilomanlar kesinlikle deli falan değildirler, akli dengeleri gayet yerindedir. Sadece dürtülerini kontrol edemezler. Bu işi irade dışı yaparlar. Kendi vücudundan kıl koparma dürtüsüne bir türlü karşı koyamazlar veya ancak kısa bir süre kendilerini yolmayı durdurabilirler. ‘İradeni kullan, saçını koparma’ türü nasihatlerin hiç, ama hiç faydası olmaz.

En çok yolunan vücut bölgesi saçlardır. Kılın olduğu bütün bölgeler, başa göre daha nadir de olsa yolunur. Kaşlardan, kasık bölgelerinden, koltuk altından, göğüslerinden, kollarından tüy yolanlar vardır. Geçen yıllarda Amerika’da yapılan bir araştırmada 2500 üniversite öğrencisi incelenmiş, her 200 öğrenciden birinde kıl koparma hastalığı tespit edilmiştir. Hatta bazı araştırmalarda nüfusun %4’ünün hastalık derecesinde kendi tüylerini yolduğu bildirilmiştir. Hastalığın ortalama başlangıç yaşı 17’dir. Ancak okul öncesi dönemde bile başlayabilmektedir. Kızlarda erkeklere göre dört kat daha fazla görülür.

Trikotilomanlar, kıllarını ‘bilerek’ yolarlar. Sonra da seyrekleşen saçlarına, parlayan kafa derilerine üzülüp dururlar. İrade devre dışı kalmıştır bu hastalıkta. Tüylerini yolmadan önce giderek artan bir gerilim hissi yaşarlar, yolduktan sonra da bir rahatlama, hatta bazen zevk duyarlar.

Evet, bazen bu saç yolma işi insana zevk bile verebilir. Bu işten zevk alınması kesinlikle kel kalmaktan hoşlanıldığı anlamına gelmez. Kişi kendini kel yapar, ama kelliğine gözyaşı dökmekten de geri kalmaz. Kumarbazın hayatını mahveden iptilasından zevk almasına benzetilebilir trikotilomani.

Kıllarını yiyenlerle bile zaman zaman karşılaşırız. Kafasında çıplaklaşan alanlar oluştuğu için kendinden nefret eden trikotiloman, kıl yemekten büyük bir utanç duyar. Tat falan aldığını da zannetmeyin kıldan. Ama dedik ya, bu hastalıkta irade devre dışı kalmıştır. Bazen mide veya bağırsak duvarına yapışan kıl topakları sertleşip taşlaşırlar, karın ağrılarına, bulantıya, kusmaya, kötü ağız kokusuna, iştahsızlığa, kabızlık veya ishale, midede gaza, hatta kanamaya yol açarlar.

Takıntı hastası el yıkama ihtiyacına, kapıları bacaları kontrol etme isteğine, sayma arzusuna direnemez veya direnirse de büyük bir azap çeker. Kıl koparma hastası da tüyünü yolma dürtüsüyle mücadele edemez. Ancak trikotilomanlar genellikle farkında olmadan, otomatik olarak kıl koparırlar. Halbuki takıntı hastaları el yıkarken, yoldan dönüp kapıyı kapatıp kapatmadıklarına tekrar tekrar bakarken, plaka numaralarını toplayıp bölerken, başından sonuna kadar ne yaptıklarının farkındadırlar. Bazı trikotilomanlar kıl koparmaktan bir parça da olsa zevk alırlar, takıntı hastaları ise yaptıkları ‘merasimlerden’ en ufak bir haz duymazlar.

Saç yolma hastalığında da beynin iç bölgelerinde ‘bazal gangliyonlar’ adı verilen bir grup gri alanın hastalandığı tespit edilmiştir. Takıntı hastalığında da alın bölgemiz ve bazal gangliyonlar rahatsızlanmıştır. Ancak takıntıları gidermekte çok etkili olan ilaçlar, tüy koparmayı aynı başarıyla önleyemezler. Demek ki bu iki hastalık birbiriyle akraba, ama yine de farklı iki hastalıktır.

ZAYIFLAMA HASTALIĞI

Temizliğe, düzene, sayılara, sağlık durumuna, elektrikli cihazlardan yayılabilecek tehlikeye takanlar olduğu gibi kilosuna takanlar da vardır. Daha ince olmak için kendilerini açlığa mahkum ederler, dayanamayıp bir şey yediklerinde de en yakın lavaboya koşup parmaklarına boğazlarına sokarlar, midelerine gireni dışarıya boca ediverirler.

Bu rahatsızlık, son yıllarda manken hastalığı adıyla şöhret buldu. Tıpta anoreksiya nervoza adıyla anılır. ‘Anoreksiya’ iştahsızlık, ‘nervoza’ sinirsel, ‘anoreksiya nervoza’ sinirsel iştahsızlık anlamına gelir. Halbuki anoreksiya nervoza hastası iştahsız değildir. İnce görünmek için yemeyi reddetmektedir. Hastalık ince görünme arzusundan da ibaret değildir. Asıl problem, kişinin ne kadar zayıf olursa olsun, hala şişman olduğuna inanmasıdır!

Zayıflama hastalığı, genellikle genç kızlarda görülür. Bir hanım hastalığa yakalandığında diyelim 17 yaşında,1.65 boyunda, 55 kilo ağırlığında. Zaten vücut ölçüleri yeterince zarif. Ama yine de kendisini kalın, hantal, biçimsiz bulup perhize başlar. 50 kiloya düşer, hala kendisini şişman bulur. 45 kiloya düşmek de yeterli gelmez. 40 kilo olduğunda vücudunda görünmeyen kemik kalmamıştır, ama kimse genç bayanı ince olduğuna inandıramamaktadır. 35 kiloya düştüğünde orta boylu bir kadın adetten de kesilir. Hormonları onu artık bir kadın olmaktan çıkarmıştır. Anoreksiya nervoza hastası için hiç fark etmez, incelmelidir o!

Çoğu hasta yemeden içmeden elini çekmekle kalmaz, başka yollarla da vücudunu ‘hafifletmeye’ çalışır. En çok başvurulan yöntem, yukarıda bahsettiğimiz gibi, kendi kendini kusturmaktır. Boğaza parmak atılır, diş fırçası sokulur, hatta daha ‘sofistike’ kızlar tarafından kusturucu ilaçlar alınır. Müshil kullananlar, idrar söktürücü haplar yutanlar vardır biraz daha zayıflamak uğruna.

Bu hastalığın çok güç bir başka tarafı da, hastanın tedaviyi reddetmesidir. Çünkü 25 kilo da olsa kalın olduğu takıntısından bir türlü kurtulamaz hasta. Artık hayatı tehlikeye girdiğinde hastaneye yatırılır (ki bu da ailenin zoruyla olur), serumlarla, iğnelerle sağlığına yeniden kavuşturulur. Ardından psikiyatriye gönderilir. Gitmek istemez elbette, ama aile gözlerinin önünde eriyip biterken ‘Şişmanım’ diyen evlatlarını psikiyatriste cebren götürür. Psikiyatristle hiçbir şekilde işbirliğine yanaşmaz zayıflama hastası. Herkes zaten yağ tulumundan farksız olan gövdesini daha da çirkinleştirmeye çalışmaktadır!

Ve incelme tutkusu sonunda ölüme götürür bazı müptelalarını. Her 10 anoreksiya hastasından biri hayatını kaybeder. Evet, manken hastalığı, maalesef öldürücü bir hastalıktır.

Bazı hastalarda işe aşırı yeme nöbetleri ortaya çıkar. Arada bir, krize girmiş gibi, normal bir insanın yiyeceği yemeğin iki üç katını yerler. Sonra da kendilerini kustururlar. Hızla kilo alıp yine hızla verebilirler.

Zayıflama hastaları, kafayı incelmeye ‘takmış’ olmaları açısından, takıntı hastalarına benzerler. En mühim farklılık ise şudur:  Takıntı hastalarının takıntılarını mantıksız bulduklarını, durumlarından rahatsız olduklarını sık sık tekrarlıyoruz. Zayıflama hastaları ise ne yaparsanız yapın gerçeği göremezler, kendilerini hasta kabul etmezler ve incelme çabalarına devam ederler.

Anoreksiya nervozanın kızlarda sık görüldüğünü belirtmiştik. Ancak nadir olmakla birlikte erkeklerde de görülür. Genellikle 12-18 yaş arası başlar. Hastalık-kültür arasındaki ilişkiyi göstermek açısından enteresan bir bulgu da şudur: Anoreksiya nervoza, zengin batı toplumlarının hastalığıdır. Afrika ve Asya’nın çok fakir ülkelerinde bu hastalık bildirilmemiştir. Türkiye’de ise bizim gözlemlerimiz ve ‘duayen’ hekimlerin tecrübeleri, zayıflama hastalığının giderek sıklaştığı yönündedir. Acaba zenginleşme, kentleşme ve batılılaşma mı anoreksiya nervozayı yaygınlaştırıyor? Bu sorunun cevabı kolay değildir. Ama batı toplumlarının bedene, özellikle kadın bedenine yükledikleri anlam ve imaj herkesin malumu.

Şimdi trajikomik bir durumla karşı karşıyayız: Doğulular açlıktan ölüyorlar, batılılar gıda bolluğundan.

KUMARBAZLIK

Kumarbazlık da takıntı hastalığıyla benzerlik gösterir. Serveti eridiği, hayatı mahvolduğu, ailesi dağıldığı, itibarı sıfıra indiği, hapse girdiği halde kişi kumar oynama dürtüsüne direnemez.

Kumar, müptelasının zihninde takıntı haline gelmiştir. Kafası ekseriya kumarla meşguldür. Eski kumar tecrübelerini, bir sonraki oyuna ilişkin planlarını, kumar parasını nasıl bulacağını düşünür durur. Kumarbazların beyinlerinde, tıpkı takıntı hastalarında olduğu gibi serotonin yetersiz bulunmuştur (kumarbaz beyinlerinde eksik olan bir başka madde de noradrenalindir). Kumarbazlarda aynı zamanda takıntı hastalığı da sıklıkla müşahede edilir. Enteresan bir  gözlem de, çok sayıda kumarbazın ayrıca tik hastası olmasıdır.

Kumar oynama illeti, bazı açılardan takıntı hastalığına değil alkol-madde bağımlılığına benzer. Gerek kumara gerekse zararlı maddeye götüren dürtü, bir uyarılma ve haz hali yaratır. Kumarbaz da, tıpkı alkolik, kokainman veya eroinman gibi, bir süre sonra aynı hazzı yaşamak için miktarı (yani parayı) arttırmak zorunda kalır. Para miktarı veya kumar oynama sıklığı azalırsa sinirlilik, huzursuzluk, depresif ruh durumu, konsantrasyon bozukluğu ortaya çıkar. Kumarbazlığının boyutunu gizlemek için aile fertlerine, arkadaşlarına, doktora, psikoloğa yalan söyler. Para bulmak için hiç huyu olmadığı halde yasadışı işlere girişir. Kalpazanlık, dolandırıcılık, hırsızlık yapar, zimmetine para geçirir.  

ABD’de alkolikler için meşhur AA (Alcoholics Anonymous, yani Adsız Alkolikler) derneği vardır. Kumarla savaşmak için de GA (Gamblers Anonymous, yani Adsız Kumarbazlar) adında bir dernek kurulmuştur. Bu dernekte eski kumarbazlar iptiladan kurtulmaya çalışan üyelere yardım ederler.

Ülkemizde kaç tane kumarbaz olduğunu bilmiyoruz. Amerika’da nüfusun %3’ünün kumarbaz olduğu tahmin ediliyor. Kumar oynama illetinin erkeklerde daha yaygın olduğu görülüyor. Ancak kadınlarda da seyrek sayılmaz. Erkekler genellikle ergenlikte, kadınlar daha geç yaşlarda kumara başlarlar. Fakirler ve azınlıklar daha sıklıkla kumara müptela olurlar. Ancak tedavi için bizlere başvuranlar genellikle üst-orta veya orta sınıftan, 40-50 yaşlarındaki erkeklerdir.

Her dört kumarbazdan birinin anne veya babası da kumarbazdır. Hatta kumarbazların ebeveynlerinde alkolizm veya madde bağımlılığı da yaygındır. Kumarbazların kendileri de alkol ve hatta birden fazla madde suistimaline yatkındırlar.

HIRSIZLIK HASTALIĞI

‘Kleptomani’ olarak adlandırdığımız bu hastalık, Ahmet Altan’ın Aldatma romanıyla geçen yıllarda yeniden gündeme geldi. O romanda maddi ihtiyacı olmayan bir doktor karısı, hırsızlık yapmaya başlıyordu. Arthur Hailey’in 1970’li yıllarda TRT’de dizi halinde oynayan Tekerlekler adlı romanında da zengin bir sanayicinin karısı hırsızlık hastalığına yakalanıyordu. Ahmet Altan edebiyat hırsızlığıyla, yani intihalle suçlandı.

Kleptomani tam anlamıyla Aldatma ve Tekerlekler romanlarındaki zengin kadınların yaptığı iştir. Kişi çalar, ama hırsızlığı çaldığı şeyin maddi değeri için, çıkar sağlamak için yapmaz. Çalma sebebi dükkan sahibinden intikam almak, ona kızgınlığını göstermek de değildir. Hatta bazıları çaldıklarını gizlice geri getirip yerine koyar, yerine koymayan da kullanmaz, satmaz, sadece saklar. Soygun planı yapmaz, daima tek başına çalar.

Kleptoman, çalma dürtüsüne engel olamayan kişidir. Saçından tel koparan kız (trikotiloman) nasıl kendisine hiçbir fayda sağlamayan, hatta kelleştirerek güzelliğini bozan bu eyleme karşı koyamıyorsa, kleptoman da rezaletle sonuçlanabilecek çalma girişimine direnemez. Nitekim çoğu sonunda utanç, suçluluk, vicdan azabı duyar.

Kleptoman, kafasına takılan düşünceye direnemediğinden, takıntı hastasına benzer. Kleptomanlarda da aynen takıntı hastalarında olduğu gibi serotonin sisteminde bozukluk olduğu gözlenmiştir. Ayrıca takıntı hastalarına iyi gelen ilaçlar kleptomanlara da faydalı olabilir. Kleptomanlarda diğer takıntı türleriyle de sıkça karşılaşılır. Yukarıda anlattığımız zayıflama hastalığı gibi yeme bozuklukları çeken insanlarda, hırsızlık hastalığı da diğer kişilere nazaran daha sık görülür. Takıntı, hırsızlık ve zayıflama hastalığı arasındaki bu akrabalık, insan ruhunun tuhaf bir ‘aygıt’ olduğunu göstermektedir.

Ama kleptoman, takıntı hastasının aksine, yaptığı eylemden (çalmadan) önce giderek artan bir gerginlik hisseder, çalarken de haz yaşar, gerginliği azalır. Bu açıdan kumarbaza, alkol veya madde bağımlısına benzetilebilir.

Bana başvuran bir kleptoman, 30’lu yaşların başlarında bir kadındı. Birkaç ay önce bir mağazada aniden içine çalma dürtüsü doğmuş, büyük bir heyecana kapılmış, göz diktiği anlamsız eşyayı çantasına saklayıp mağazadan çıkarken cinsel zevke benzer bir haz yaşamıştı. Bir iki ‘başarılı’ hırsızlıktan sonra, nihayet bir markette yakalanmıştı. İtibarlı bir emniyet mensubunun karısıydı. Market sahipleri tarafından da tanınıyordu. Üstelik çaldığı şey de o kadar ucuz ve abuk sabuk bir şeydi ki, ne marketçi ne de kocası duruma anlam verememişti. Cürüm, kanuna aksetmeden örtbas edildi. Genç kadın ertesi gün muayenehanemde ağlayarak duyduğu utancı, suçluluk duygusunu, çalma dürtüsüne karşı koyamadığını anlatıyordu.

Kleptomani, psikiyatristlerin nadiren karşılaştığı bir bozukluktur. Kanuni belgeler incelenmiş, başka ruhsal bozuklukları olanlar soruşturulmuş, toplumun binde 6’sının kleptoman olduğu tahmin edilmiştir. Amerikan kaynaklarına göre mağaza hırsızlarının %5’e yakını kleptomandır. Bazı araştırmalarda bu oran %25’e kadar varmaktadır (yani her dört mağaza hırsızından biri kleptoman!). Mağaza hırsızlarının eski teknolojinin hüküm sürdüğü devirlerde (ve hatta günümüzde) genellikle yakalanamadığı düşünülürse, hırsızlık hastalarının daha bile fazla olması mümkündür.

Psikiyatristlerin gördüğü kleptomanlar daha çok kadındır. Ahmet Altan’ın roman kahramanı da kadındı, Hailey’in kahramanı da. Bana gelen az sayıdaki hırsızlık hastasının da tamamı kadındı. Ancak bunun sebebi çalarken yakalanan erkeklerin cezaevine, kadınların psikiyatriste gönderilmesi de olabilir. Hastalığın başlangıç yaşı kadınlarda ortalama 35, erkeklerde 50’dir.

Çocuklarda da aşırma davranışı ender değildir ve anne babayı çok üzer. Ancak ‘eli uzun’ çocuklar büyüyünce genellikle kleptoman olmazlar.

 KUNDAKÇILIK HASTALIĞI

 Ruh sağlığı mütehassısı olmayanlara tuhaf gelebilir, ama gerçekten böyle bir hastalık vardır. Bazı insanlar sebepsiz yere yangın çıkarırlar! Maksatları otopark yapmak için arazi açmak değildir. Yangın çıkarmaktan maddi kazanç gütmezler. Hayatları boyunca hiç bir terör örgütüne girmemişlerdir. Sosyopolitik bir ideolojiye, bir davaya dikkat çekmeyi hedeflemezler. Birilerinden intikam almak peşinde koşmazlar. Akli dengeleri de yerindedir. Sadece, içlerinde çağlayan yangın çıkarma dürtüsüne karşı koyamazlar!

Bu hastalığa tıpta ‘piromani’ denir. Kumarbaz cebine parayı koyup yeşil çuhalara koşarken nasıl bir gerilim ve asları papazları masaya çakarken ne büyük bir haz yaşıyorsa, piromanlar da kundaklama faaliyetinin evvelinde kuvvetli bir gerilime, akabinde derin bir hazza kapılırlar. Kumarbaz her şeyini kaybettiği halde eline geçen üç kuruşu derhal yeniden kumara yatırır; piroman akıbeti ne olursa olsun evleri, mahalleleri, şehirleri tutuşturma dürtüsünü durduramaz.  

Dürtüye direnememe açısından yangın çıkarma hastalığı takıntı hastalığına benzetilebilir. Tehlikeli, suç teşkil edecek bir eylemin öncesinde yaşanan gerilim, sonrasında hissedilen haz açısından da hırsızlık hastalığını andırır. Bazı marazi kundakçılarda serotonin ve noradrenalin sistemlerinde bozukluk tespit edilmiştir. Demek ki piromani, bu kitapta üzerinde durulan hastalıklarla kimyasal açıdan da akrabadır.

Sinemaseverler nasıl şehre gelen filmleri kaçırmıyorlarsa, piromanlar da bir yerde yangın çıktığını haber alır almaz oraya koşarlar. Yangın ve yangının yol açtığı olaylardan adeta büyülenirler, yangıdan artakalan tahribatı büyük bir sanat eseri gibi merak çekici ve cezp edici bulurlar. Bir yeri kundaklarken, yükselen alevleri seyrederken, akabinde ne olup bittiğine bakarken haz ve tatmin duyarlar, rahatlarlar. Hatta ateşle cinsel olarak uyarılanlar vardır. Yanlış yangın alarmları verirler. Yangınla ilgili alet edevata büyük bir merakları vardır. Felaketzedelerin maddi kayıplarına, hatta ölmelerine duyarsız kalırlar.

Çıkan yangınların küçük bir kısmı piromanlar tarafından çıkarılır. Çoğu yangında sebep ya kazadır, ya maddi çıkardır, ya terördür. Dünyada değişik zamanlarda yapılan araştırmalarda kundakçılar incelenmiş, piromanlar tarafından çıkarılan yangınların oranı farklı farklı bulunmuştur. 1951’de incelenen kundakçıların %39’u, 1967’de %23’ü, 1982’de %3’ü ‘hasta’ idi. Yine 1982’de mahkemeye sevk edilen 26 kundakçıyı değerlendiren araştırmacılar hiçbirinin piroman olmadığını tespit etmişlerdi.

Kundakçılık hastalığı genellikle çocukluk yaşlarında başlar. Bu hastaların en büyük bölümü 17 yaşındadır. Küçük çocukların çakmakla kibritle oynama merakının kundakçılık hastalığı demek olmadığını da hatırlatalım.

Ahmet Hamdi Tanpınar ahşap evlerden müteşekkil eski İstanbul’un her 30-40 senede çıkan ve bütün şehri baştan başa kül eden meşhur yangınlarını çok güzel anlatır. Göğe yükselen alevleri seyre koşan İstanbullular taburelerini, minderlerini, hatta kahve pişirmeye mahsus edevatlarını da yanlarından eksik etmezler, böylece bir felaketi görsel bir şölene çevirirler. Orhan Pamuk ise bir zamanlar Boğaz’da dehşet günleri yaşatan Romen tankeri İndependente’nin yanışını, şehir halkının nasıl büyük bir merakla temaşaya akın ettiğini hatırlatır. Kaşarlı tostlar ısırılırken veya biradan soğuk bir yudum çekilirken gözler de sarılı kırmızılı dev alevlerdedir. Hafızalarımızda hala tazeliğini koruyan yangın temaşa seansları, insanoğlunun ruhunda bir ateş tutkusu olduğunu herhalde açıkça göstermektedir.

ALIŞVERİŞ HASTALIĞI

Günümüz insanının iyice aşina olduğu bu hastalık, 19. yüzyıl hekimlerinin dahi dikkatini çekmiş, ‘onyomani’ olarak adlandırılmıştır. Aslında alışveriş çılgınlığının bir hastalık olup olmadığı henüz net değildir. Ocak söndürmekte içkiden, kumardan hiç de geri kalmayan bu durumun bence ‘marazi’ bir durum olduğu muhakkaktır.

Bazı kişilerin kafası sürekli alışverişle meşguldür. Alışveriş, bir nevi takıntıdır bu kişilerde. Öyle kuvvetli bir satın alma dürtüsü duyarlar ki, hiçbir şekilde mani olamazlar. Kumarbazların, kleptomanların, yangın çıkarma hastalarının yaşadıkları duyguları anlatırlar alışveriş çılgınları da. Mağazaya girerken ve alışıverişi yaparken gerilim, heyecan, mağazadan çıkarken rahatlama veya zevk.

Birden bire şiddetli bir alışveriş etme ihtiyacı hissederler. Bu ihtiyaç aşağı yukarı bir saat  sürer. Kimisi saat başı bu korkunç satın alma dürtüsünü yaşar, kimisi ayda bir kere. Dürtü genellikle evde gelir, ancak her yerde ve günün her saatinde gelmesi de mümkündür.  İşin encamını düşünüp dürtüye direnmeye çalışırlarsa da, sonunda şeytan galip gelir ve paraları saçarlar sağa sola.

Çarşılarda çok uzun zaman geçirirler, ihtiyaç duymadıkları şeyleri alırlar, bütçelerinin sınırlarını da aşarlar bu arada. Mali durumları sarsılır, iş hayatları tehlikeye girer, evlilikleri altüst olur. Boşanmayla sonuçlanan vaka sayısı çoktur. Ekserisi de borç içinde debelenir. Türlü türlü kredi kartları vardır. Amerika’da yapılan hesaplara göre bir alışveriş hastasının ortalama borcu 23 bin dolar civarındadır.

Çoğunlukla kendileri için öteberi satın alırlar. Ancak gereksiz şeyler aldıklarından eşe dosta cömertçe dağıtırlar. Az sayıda pahalı eşya almak yerine çok sayıda ucuz mal almayı tercih ederler. Çarşıya genellikle yalnız çıkarlar.

Amerika’da nüfusun %1’i ila 6’sının alışveriş hastası olduğu tahmin edilmektedir. Bunların da %80-90’ı kadındır. Kadınlar parfüm, kozmetik, takı, kılık kıyafet tarzı ıvır zıvıra, erkekler elektronik cihazlara, otomobil zamazingolarına meraklıdırlar. Hastalığın başlangıç yaşı pek çok müptelada 18’dir. Ancak problemin vahameti su yüzüne çıkana kadar takriben bir 10 yıl geçer.

Amerika’da alkolikler için Alcoholics Anonymous (Adsız Alkolikler), kumarbazlar için Gamblers Anonymous (Adsız Kumarbazlar) derneklerinin kurulduğundan söz etmiştik. Alışveriş çılgınlığı o boyuta varmıştır ki sonunda bir de Debtors Anonymous (Adsız Borçlular) cemiyeti tesis edilmiştir. Bir grup alışveriş hastası bu cemiyette bir araya gelirler, bu korkunç iptiladan kurtulmak için birbirlerine yardım ederler.

SEKS BAĞIMLILIĞI

Seks bağımlılığı diye bir bağımlılık türü var mıdır? Varsa bu bir hastalık mıdır? Günümüz psikiyatrisinin buna cevabı ‘Galiba evet,’ şeklinde. Çünkü bazı insanlar sevişmek istemedikleri halde seks yapma dürtülerine engel olamıyorlar.

Alkolizm veya madde bağımlılığı gibi seks bağımlılığı da ‘yavaş yavaş’ başlar. Önce mastürbasyon, flört, basılı veya elektronik pornografik materyal kişinin hayatına girer, sonra giderek cinsel eylemler aşırılaşır. Nihayet sürekli birileriyle sevişmek için dayanılmaz bir dürtü duyan ‘bağımlı’ ortaya çıkar. Bağımlı, bir sürü kişiyle sağlığını hiçe sayarak seks yapar.

Kumarbazın en çok düşündüğü konular kumar için nasıl para bulacağı, hangi oyunu nasıl oynayacağı, eski kumar hatıraları, hasılı kumarla ilgili her şeydir. Seks bağımlısı da cinsellik düşünür durur. Cinsellik dışındaki konulara ilgisini kaybeder. Sevişmenin ardından büyük bir utanç ve suçluluk duyar, kendi kendinden nefret eder. Bir daha seks yapmamaya karar verir, ama binlerce defa tövbeler bozulur. Ümidini yitirir, ilişkileri zedelenir, cüzdanı boşalır, iş sorunları yaşar.

Adsız Alkolikler, Adsız Kumarbazlar, Adsız Borçlular gibi bir dernek de seks bağımlıları kurmuşlardır: Adsız Seks Bağımlıları (Sex Addicts Anonymous). Bu da bağımlıların birbirinin yardımına koştuğu bir kuruluştur. Kuruluşun internet sitesinde (//www.sa.org/test.php) şöyle bir sayfa var:

Seks bağımlısı olup olmadığınızı anlamak için şu 12 soruyu cevaplayın:

1-Cinsel veya duygusal etkinliklerinizi sizin için önemli olan kişilerden saklıyor musunuz? İkili bir hayat mı sürüyorsunuz?

2-Normalde tercih etmeyeceğiniz yer ve durumlarda, normalde tercih etmeyeceğiniz kişilerle seks yapma ihtiyacı hissediyor musunuz?

3-Bir bakmışsınız gazetelerde, dergilerde veya diğer yayın organlarında cinsel isteği uyarıcı yazılar veya görüntüler arıyorsunuz. Bu durumu yaşadığınız oluyor mu?

4-Cinsel veya romantik fanteziler ilişkilerinizi bozuyor mu veya sorunlarınızla yüzleşmenizi engelliyor mu?

5-Seviştikten sonra sık sık cinsel partnerizden uzaklaşma ihtiyacı duyuyor musunuz? Cinsel ilişkiden sonra sık sık vicdan azabı, utanç ve suçluluk duygusu çekiyor musunuz?

6-Vücudunuzdan veya cinselliğinizden utanç duyuyor musunuz? Mesela kendi vücudunuza dokunmaktan, cinsel birleşmeden kaçınıyor musunuz? Cinsel duygularınızın olmadığından, aseksüel olduğunuzdan korkuyor musunuz?

7-Eski ilişkinizin sona ermesine yol açan sorunlar her yeni ilişkinizde de sürüyor mu?

8-Aynı heyecan ve rahatlama seviyesini yakalayabilmek için cinsel veya duygusal etkinliklerin çeşidini ve sıklığını arttırmanız gerekiyor mu?

9-Teşhircilik, röntgencilik, yaşı küçük kişilerle seks, fahişelik, ahlaka mugayir telefon konuşmaları yüzünden hiç tutuklandınız veya tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıta kaldınız mı?

10-Cinsel veya duygusal konulardaki davranışlarınız manevi değerlerinizle veya yetiştirilme tarzınızla çelişiyor mu?

11-Cinsel ilişkilerinizde hastalık veya gebelik ihtimali bulunuyor mu veya hastalık kaptığınız, gebe kaldığınız oldu mu? Cinsel ilişkileriniz şiddet veya zorlama içeriyor mu?

12-Cinsel veya duygusal ilişkileriniz yüzünden hiç  ümitsizliğe kapıldığınız, intiharı düşündüğünüz oldu mu?

Eğer evetleriniz hayırlarınızdan fazlaysa, daha fazla kaynak araştırmalı veya Adsız Seks Bağımlıları toplantısına katılmalısınız.’


Paylaş

Görüntülenme:
Güncellenme Tarihi:03 Ocak 2012Yayınlanma Tarihi:19 Nisan 2006

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.