Savaşmadan yaşamak mümkün mü

Savaşların insan doğasının bir parçası olduğunu, savunan bazı araştırmacılar, nüfus kontrolü, teknolojik gelişme gibi gerekçelerin arkasına sığınarak savaşların gerekli olduğunu savunuyor.

Savaşların insan doğasının bir parçası olduğunu, savunan bazı araştırmacılar, nüfus kontrolü, teknolojik gelişme gibi gerekçelerin arkasına sığınarak savaşların gerekli olduğunu savunuyor.

Bu fikirlerin tümüyle bir kandırmaca olduğunu ileri süren karşı görüştekiler ise, savaşların kaçınılmaz olduğu savına şiddetle karşı çıkıyor. Bunlara göre savaşlar kültürel evrimin bir sonucudur ve insanoğlu savaşmadan da yaşayabilir.

SAVAŞLAR KAÇINILMAZ!

Kurbağa ve akrebin şu bildik öyküsü insan doğasının değişmezliğine gönderme yapıyor: Nehrin karşı kıyısına geçmek isteyen bir akrep, kurbağadan kendisini karşıya geçirmesini ister. Kurbağa, “Sana güvenmiyorum. Sen kendini tutamaz beni sokarsın” diyerek akrebin isteğini geri çevirir. Akrep böyle bir şey yapmayacağı konusunda kurbağayı zor bela ikna eder. Kaldı ki kurbağayı sokacak olursa ikisi birden ölecektir. Kurbağa daha fazla direnmez, akrebi sırtına alır, suya atlar. Ancak yolun tam ortasına geldiklerinde akrep kurbağayı sokar. İkisi birden suyun dibini boylarken, kurbağa niçin böyle bir şey yaptığını sorar. Akrep son nefesini verirken, “Elimde değil, bu benim huyum” der.

SAVAŞLAR HEP VARDI VE HEP DE OLACAK!

Çoğu soykırımla sonuçlanan savaşlar, bazılarının iddia ettiği gibi ne bazı toplumlara özgü bir davranış şekli, ne de tarihsel bir sapmadır. Savaşlar ve soykırımlar evrenseldir; eskiden beri vardı ve hep de olacak gibi duruyor. Arkeolojik kazılarda gün yüzüne çıkan toplu katliam izleri bunun en somut kanıtlarıdır. Taş devrine ait 10.000 yıllık aletlerin pek çoğunun kuşkuya yer bırakmayacak şekilde savaşmak için tasarlanmış olduğu görülüyor. Budizm gibi Doğu dinlerinin etkisiyle, Uzak Doğuda yaşayan insanların şiddete karşı olduğu düşüncesi yaygındır. Ne var ki bu felsefenin de savaşları engellemediği görülüyor. Budizm’in yaygın olduğu bölgelerde savaşlara karşı çıkılmadığı, hatta devlet politikasının bir parçası olduğu anlaşılıyor. Bunu basitçe şöyle açıklıyorlar: Şiddet karşıtlığı, hoşgörü ve insan sevgisi temel değerler olarak kabul görmekle birlikte, Budist yasalarına ve medeniyetine karşı bir tehdit söz konusu olduğunda savaşmak kaçınılmazdır.

BÜYÜK SAVAŞLARIN YERİNİ KÜÇÜKLERİ ALDI

II. Dünya Savaşı’nın son ermesiyle birlikte devletler arası şiddetli çatışmalar dikkati çekecek kadar azaldı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, güçlü devletlerin kitlesel savaşları durdurmaya yönelik antlaşmalara imza atmalarıydı. Fakat iç savaşların, ayaklanmaların ve devlet destekli terörizmin kesintisiz olarak devam etmesi engellenemedi. Resme bütün olarak bakarsak, dünyada büyük savaşların yerini, avcı-toplayıcı ve ilkel tarımla uğraşan toplumlara özgü küçük savaşların almış olduğunu görüyoruz. Uygar toplumlar işkence, idam ve sivillerin öldürülmesine karşı önlemler alırken, küçük savaşları başlatanların bu kurallara uymaya hiç mi hiç niyetleri olmadığı anlaşılıyor. Arkeologlar Homo sapiens popülasyonlarının 60.000 yıl önce Afrika’dan çıkıp, dünyaya yayılırken, ilk göç dalgasının Yeni Gine ve Avustralya’ya kadar uzandığına ilişkin kanıtlara ulaştılar. Bu ilk göçmenlerin soyundan gelenler, Avrupalılar buraları ele geçirinceye kadar bölgede avcı-toplayıcı veya ilkel tarım toplulukları olarak yaşıyordu. Bunların devamı olduğu düşünülen, Hindistan’ın doğu kıyısındaki Andaman Adalarındaki Aborjinler, Orta Afrika’ın Mbuti Pigmileri ve Güney Afrika’nın !Kung Buşmenlerinin arkaik kültürlerinde, bölge savunması için saldırgan davranışlar sergilemeleri normal karşılanıyor.

ÖLÜMCÜL MİRAS

Kabilelerin bölgelerini savunmaya yönelik saldırgan davranışlarının kökleri Neolitik dönem öncesine dayanıyor, ancak ne kadar önce olduğu konusunda kesin bir şey bilinmiyor. Saldırganlık eğilimleri Homo habilis döneminde başlamış olabilir. Bunlar, Homo soyunun bilinen ilk türüdür; 3 veya 2 milyon yıl önce Afrika’da yaşadıkları tahmin ediliyor. Daha büyük bir beyne sahip olan bu ilk soyun üyeleri, hayvan leşleri veya kendi avladıkları hayvanların taze etleri ile karınlarını doyuruyorlardı. Bu dönem büyük bir olaılıkla modern şempanze ve insanın ayrı kollara ayrıldığı 6 milyon yıl öncesine kadar uzanıyor. Ünlü primatolog Jane Goodall’ı izleyen bir dizi araştırmacı, şempanze grupları içindeki ölümle sonuçlanan saldırganlığı ve gruplar arasındaki ölümcül baskınları gözlemledi. Sonuçta grup içi ve gruplar arası saldırılarda ölenlerin sayısı açısından, şempanze grupları ve insanların avcı-toplayıcı toplulukları arasında pek de fark olmadığı tespit edildi. Tek bir farkla: Şempanzeler arasındaki ölümcül olmayan saldırı sayısı insanlardakinden çok daha fazlaydı. Bugün elimizdeki veriler, şempanze ve insanların bölgelerini korumaya odaklı saldırganlıklarının kökeninin ortak bir atadan kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusunda kesin bir değerlendirme yapmamıza izin vermiyor. Bir diğer olasılık da insan ve şempanze saldırganlığının, birbirlerinden bağımsız olarak, Afrika kıtasındaki çevre koşullarının tetiklediği doğal seçilim sonucu evrilmiş olması. Ancak son araştırmalar ortak ata tezinin daha güçlü olduğunu işaret ediyor.

SALDIRGANLIK İÇGÜDÜSÜNÜN KÖKLERİ

Popülasyon bilimi, insanoğlundaki saldırganlık içgüdüsünün köklerini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Nüfus artışı geometriktir. Başka bir deyişle nüfus artışı giderek hızlanan bir trend izler. Bu, özellikle doğal kaynak bolluğunun söz konusu olduğu dönemlerde daha da belirgindir. Nüfus artışı zirveye ulaştıktan sonra “bir nedenle” inişe geçer veya sabit bir çizgi izler; daha sonra da inişli-çıkışlı bir düşüş başlar. İyice zemine çakıldığı zaman türün sonu gelmiş demektir. O “bir neden” ne olabilir? Örneğin geyik sürüsü için bu, kurtlara yem olmak gibi doğal bir neden olabilir. Kurt nüfusu artarken geyik nüfusu sabit kalır veya azalır. Ne var ki geyik nüfusunun azalması, aç kalan kurtların da azalmasına yol açar. Hastalık saçan mikroplar için de aynı kural geçerlidir. Tarihte çeşitli dönemlerde farklı hastalıklar insanları kırıp geçirmiştir. Ta ki üzerinde yaşadığı canlı türü bağışıklık geliştirinceye kadar. Bir diğer kısıtlayıcı etmen göçlerdir. Nüfus artışının tetiklediği göçler, bazı hayvan türlerinde içgüdüseldir. Eğer bu göçler engellenirse popülasyon yeniden artar; bu aşamada başka bir sınırlayıcı etmen ortaya çıkar. Pek çok hayvan için bu etmen, yaşam alanlarının dışarıdan gelenlere karşı savunmasıdır. Yani savaştır.

SAVAŞLARIN GEÇMİŞİ; BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

İnsanlar ve şempanzeler için bölgesel savunma çok önemlidir. Bu, sosyal sistemlerinin en vazgeçilmez unsurlarından biridir. Ve önemli bir nüfus kontrol aracıdır. 6 milyon yıl önce, şempanze ve insan iki farklı kola ayrılmadan önce neler olduğu konusunda yalnızca bazı spekülasyonlar yapılabiliyor. Bilim dünyasında “Sosyobiyolojinin Babası” olarak tanınan Edward O.Wilson’ın 6 milyon yıl önceki olayların izlediği seyir ile ilgili varsayımları şöyle: “Bana göre savaşları başlatan orijinal kısıtlayıcı faktör yiyecekti.. Bölgesel savunma güdüsünün, yiyecek kaynaklarına erişmek için evrilmiş olması çok büyük bir olasılıktır. Yiyecek savaşlarının sonucunda, grup dayanışması, işbirliği ve ortaklık kurma becerisini sağlayan genler güç kazandı.Ancak bu dayanışma grup içinde geçerliydi. Gruplar arasında ise hep bir çatışma vardı.” On binlerce yıl önce Neolitik dönem ile başlayan tarım devrimi yiyecek miktarında devasa artışlara yol açtı. Bunun sonucunda insan popülasyonu arttı. Ancak bu gelişmeler insanın doğasını değiştirmedi. İnsanlar yalnızca kaynaklar elverdiği oranda çoğaldılar. Yiyecek yeniden kısıtlayıcı bir etmen haline gelince, bölgelerini savunmak için önlemler almaya başladılar. Bunların soyundan gelenlerin de doğası değişmedi. Bugün hepimiz avcı-toplayıcı atalarımızın genlerini taşıyoruz; tek fark yiyecek miktarımızın artmış olması ve yaşadığımız toprakların genişlemesi. Son araştırmalara göre insan popülasyonu bazı bölgelerde yiyecek ve suyun kısıtlayıcı etkisinin hissedildiği sınıra yaklaşıyor. Şimdi yaşamsal kaynakların kontrolünü sağlamak için başlatılan mücadele, küresel ölçekte devam ediyor ve giderek şiddetleniyor. Bu sorun, Wilson’a göre Neolitik çağın başlangıcında atalarımızın, kendilerine sunulmuş olan büyük fırsatı değerlendirememelerinden kaynaklanıyor. Bu fırsat, o dönemdeki nüfus artışının, minimum sınıra yaklaşmadan önce durdurulmasıydı. Ama türümüz bunun tam tersini yaptı. Kimse üreme başarısının gelecekte nasıl bir sonuç doğuracağını tahmin edemedi. Dolayısıyla insanoğlu, taş devrindeki atalarından kendisine miras kalan içgüdülerinin etkisiyle, kör gibi çoğalmaya ve tüketmeye devam ediyor.

SAVAŞLAR KAÇINILMAZ DEĞİLDİR, SAVAŞSIZ DA YAŞANIR!

Savaşların insan doğasının bir parçası olduğu kuramı iki kanıt üzerine inşa edilmiştir. Biri insanın en yakın genetik akrabası olan şempanze gruplarının saldırılar düzenleyip, kanlı savaşlar yapması, diğer ise avcı-toplayıcı atalarımızın benzer şekilde savaşçı bir yapıya sahip olmalarıydı. Ancak son yıllarda bu iki kanıtın da doğruluğu sorgulanıyor.

ŞEMPANZE SALDIRILARININ ARDINDAKİ GERÇEK

Stevens Institute of Technology yöneticisi ve bilim yazarı John Horgan bu iki gözlemin de yanıltıcı öğeler taşıdığını ileri sürüyor. Horgan, araştırmacıların şempanze gruplarının birbirlerine ölümcül baskınlar düzenlediklerini ilk kez 1974 yılında tespit ettiklerini belirtiyor. 1975 ve 2004 yılları arasında bu baskınlarda yalnızca 29 hayvanın öldüğü görülmüş. Bu da her yedi seneye bir öldürme olayının düştüğü anlamına geliyor. Öte yandan Harvard Üniversitesi’nden Richard Wrangham, hayvanlarda “koalisyon cinayetlerinin” nadiren görüldüğünü söylüyor. İşbirliği ile işlenen cinayetlerin de nedeni büyük bir olasılıkla insanların şempanzelerin yaşam alanlarını işgal etmeleriydi. Örneğin ünlü primatolog Jane Goodall şempanzelerin koruma altına alındığı Gombe Doğal Parkı’nda, 15 yıl boyunca ölümle sonuçlanan tek bir cinayete tanık olmamıştı. İleri araştırmalar, şempanzelerin komşu maymun gruplarına saldırmalarının altında yatan gerçek nedenlerin başında, yiyecek kıtlığı ve yaşam alanlarının insanlar tarafından istila edilmesinin geldiğini gösteriyor. Almanya’daki Oldenburg Üniversitesi’nden profesör William Hathaway, şempanzelerin saldırganlıklarını savaş olarak nitelendirmiyor; bunların yalnızca hayatta kalma mücadelesi olduğunu belirtiyor. Hathaway’ın görüşlerine göre yeterli yiyeceğe sahip olan şempanze grupları birbirine saldırmaz. Bunların saldırganlıkları, genlerine kayıtlı bir davranış bozukluğundan değil, sadece içinde bulundukları stresten kaynaklanır. Genetik olarak saldırganlık potansiyeline sahip olmakla birlikte, savaşmaları için stres faktörünün kontrol edilemeyecek seviyeye çıkmış olması gerekir. Hathaway, “İnsan, biyolojik doğasının zorlamasıyla savaşa girişmez, doğası yalnızca savaşmak için gerekli olan potansiyeli sağlar. Savaşı kışkırtan herhangi bir stres söz konusu olmadığı zaman, şiddet de sessizliğini korur” diyor.

‘ATALARIMIZ DA SAVAŞÇIYDI’ ALDATMACASI

Savaşçı genler kuramının ikinci dayanağı olan atalarımızın ölümcül grup saldırıları düzenledikleri iddiası da Horgan’a göre yanıltmacadan başka bir şey değil. Avcı-toplayıcı atalarımızın savaşçılıklarıyla ilgili bulguların geçmişi 13.000 yıl öncesine dayanıyor. Kanıtlardan biri Nil Vadisi’nde bulunan toplu bir mezar. İnsanların savaşçı ruhuna ilişkin diğer kanıtlar ise çoğunlukla 10.000 yıl öncesine ait. Kısaca Horgan bütün bunlara dayanarak savaşın biyolojik bir “kader” olmadığını, kültürel bir “inovasyon” olduğunu ileri sürüyor. “Günümüzde tarihçiler yalnızca şiddet içeren olayları yazıyor ve öğretiyor” diye konuşan sosyal bilimci Alfie Kahn, “Savaşların olmadığı dönemleri ise savaş-arası dönemler diye geçiştiriyorlar. Dolayısıyla tarihi yazanlar kesinlikle tarafsızlık ilkesini ihlal ediyor; kendi görüşlerini destekleyen olayları seçip, ters düşenleri yok farz ediyorlar” diyor. UCLA’dan antropolog Marija Gimbutas ise Minoan, Harappa ve Caral kültürlerinde savaşın izine rastlanmadığını söylüyor. Gimbutas ayrıca pek çok Pasifik Okyanusu adasında savaşın ne olduğunun bile bilinmediğini, Hindistan’daki eski Vedic Uygarlığı döneminde de barışı korumak için meditasyon tekniklerinden yararlanıldığını açıklıyor. Hathaway, modern toplumlarda stresin yaşam için gerekli olduğu öğretisinin sorgusuz sualsiz kabul edildiğini ve buna bağlı olarak günümüzde sosyal ve ekonomik yapıların çatışma üzerine inşa edildiğini belirtiyor. Kapitalizmin sürekli olarak büyüyen kârlara ihtiyaç duyması hepimizin üzerinde büyük bir stres oluşturuyor. “Bunun doğal ve normal olduğu konusunda hepimizin de beyni yıkanmış durumda” diye konuşan Hathaway, “Oysa bu patotlojik bir durumdur. Hayatımızı aslında cehenneme çeviren de bu. Ne var ki bu beynimize öyle bir kazınmış ki, doğruluğunu sorgulamayı bile akıl edemiyoruz” diyor. Hathaway’e göre hiçbirimiz böyle bir yaşamı hak etmiyoruz. Bu stresi ortadan kaldırmak olası. Ama bunun için de bazı temel değişikliklerin yapılması gerekiyor ve bu değişiklikler günümüz toplumlarındaki iktidar sahipleri için büyük bir tehdit oluşturuyor. Hathaway görüşülerini şöyle özetliyor: “Kapitalizm sömürüye dayalı sosyal ve ekonomik bir sistem olduğu için sömürüye yatkın kişilikler iktidarı ele geçiriyor. Bu kişiler dünyayı saldırgan gözlükler ardından gözlüyor. Dolayısıyla savaşların kaçınılmaz olduğu fikrine inanıyor ve savunuyorlar. Dolayısıyla bu görüş besledikleri büyük orduların da yadırganmamasını sağlıyor. Bu insanların ataları, eskiden başka saçmalıkların propagandasını yaparak iktidarlarını pekiştiriyorlardı. Bunlar neydi? “Kralların kulları üzerinde Tanrısal bir hakkı vardır”; “Beyazlar zencilerden üstündür”; “Kadınlar erkeklere boyun eğmelidir vb..”. İnsanoğlu zaman içinde bu saçmalıkları bir ölçüye kadar aşmayı başardı. Savaşların kaçınılmaz olduğu saçmalığını da bir gün aşacaktır.”

KÜLTÜREL EVRİMİN BİR NUMARALI SAVUNUCUSU: MARGARET MEAD

Antropologların içinde kültürel etkilerin, genetik etkiler kadar önemli olduğunu ilk kez duyuran Margaret Mead’dir. Samoa, Papua Yeni Gine ve Endonezya ile ilgili ilginç çalışmalar yapan Margaret Mead’i bilim dünyasında öne çıkaran, birey ile kültürel örüntü arasındaki sıkı ilişki, kişiliğin erken yaşlarda toplum tarafından biçimlendirildiği ve Batılı toplumlardaki özelliklerin evrensel olmadığı vurgusudur. Mead, 1940 yılında yazdığı “Savaşlar Yalnızca Bir İnovasyondur- Biyolojik Bir gereksinim Değildir” başlıklı makalesinde özetle şöyle der: “Savaş biyolojik bir gereksinim midir, sosyolojik bir kaçınılmazlık mıdır, yoksa kötü bir icat mıdır? İlk görüşü savunanlar yetişkin bir insanın agresif davranışlarda bulunmasını bir erdem olarak nitelendirir. Rekabetçi, agresif, savaşçı bir insan doğası normaldir; savaşlara karşı çıkanlar veya rekabeti sona erdirmek isteyenlerin yapacağı tek şey, insanın doğasından gelen bu yıkıcı özelliği, sosyal olarak kabul edilebilir ve daha az yıkıcı bir şekle dönüşmesini sağlamaktır. İkinci görüşe destek çıkanlar için savaşlar devletlerin gelişmesi, toprak edinimi ve kaynakların kazanımı için tarihin doğasından kaynaklanan kaçınılmaz bir sonuçtur. Savaşsız bir dünya için ise sosyal sistemin değişmesi, sınıfların ortadan kaldırılması, mülkiyet ve iktidar kavgalarının sona erdirilmesi şarttır. Bu alanda başarılı olursak, hasta iyileştiği için belirtileri de ortadan kalkar.” CUMHURİYET BİLİM TEKNİK EKİ

Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:18 Mayıs 2012

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.