PANİK BOZUKLUK EŞLİK EDİYOR

National Geographic

İnsanlar, kendilerinden etkilenmeyen kişileri niye etkilemek için uğraşır ve karşılıksız aşkta niçin ısrarlı olurlar?

 


DOKTOR RANDOLPH M. NESSE, bir makalesinde uzman klinisyenlerin "...insanların hayatlarında neyi başarmaya çalıştıklarına, kendilerinden etkilenmeyen kişileri niye etkilemek için uğraştıklarına ve karşılıksız aşkta niçin ısrarlı olduklarına" yoğunlaştığını söylüyor.

Evet, uzmanlar çok uzun yıllardır ruhu neyin, niye acıttığını araştırıyor. Ama işin içine insan ruhu gibi dünyanın en karmaşık şeyi girdiğinde bilim net cevaplardan, sınıflamalardan, kategorize etmelerden aslında pek de hoşlanmıyor. Çünkü net bir cevap dendiğinde genetik yatkınlık, içine doğulan kültür, içinde yaşanılan çevre, inanç sistemi, cinsiyet, yaş, ekonomik durum ve daha pek çok değişken devreye giyor. Ve "herkesin biricik" olduğu saptaması asıl burada kendini gösteriyor. Sonuçta ortaya ne tek bir depresyon nedeni ne de tek tip depresyon çıkıyor. Nedenler çeşitli. Türler de. Bu arada tedavi yöntemi de öyle. Tedavi depresyonun türüne, yoğunluğuna, hastanın iyileşme isteği ya da direncine, çevreden gördüğü desteğe ve daha pek çok değişkene bağlı olarak değişiyor...

Depresyon hepimizin ağzında. Canı sıkılan kendi depresyon teşhisini kendi koyuyor. Anti-depresan isimleri kulaktan kulağa yayılıyor. Sonuçta ortaya bol depresyonlu, bol antidepresan- lı bir toplum çıkıyor. (Türkiye'de 2010 yılında yaklaşık 35 milyon kutu antidepresan tüketildi.) Ama bu, buzdağının görünen ucu, üstelik de sadece bir illüzyondan ibaret. Gerçek, buzdağının suyun altında kalan bölümünde, çoğumuzun varlığından habersiz yaşadığı yerde yatıyor.

BASİT BİR SIKINTI YA DA ÇÖKKÜN ruh halinden ibaret değil depresyon. Üzerine dikkatle eğilmeyi gerektiren önemli bir hastalık. Sadece bir ülkeyi, bir halkı ya da tek bir kıtayı ilgilendirmiyor.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre gezegenimizde depresyondan etkilenen kişi sayısı 121 milyon. Bu insanların sadece yüzde 25'ten azı yeterli tedavi erişimine sahip. Prof. Dr. Ömer Aydemir'in "Depresyon" başlıklı makalesindeki ifadesiyle, "yeti yitimi" olarak değerlendirildiğinde dünyada liste başına oynayan üç hastalıktan biri.

Çok da uzak olmayan bir tarihte, 2020'de, ilk sıraya yerleşmesi bekleniyor. Direkt olarak bir toplum sağlığı sorunu. Sadece ABD'ye maliyeti yılda 60 milyar dolar civarında. Ve yalnızca hastaların kendilerini değil başta aileleri olmak üzere yakın çevrelerini de, karar alıcıları da ilgilendiriyor.

BU ARADA BİR DE LAKABI VAR: MODERN ÇAĞIN HASTALIĞI. ACABA!

Kayıtlı tarihin çok öncesine, yani entelektüel olarak şanslı ve konuşabilen savaşçı primat
Homo sapiens devrine göre insan doğasının zamanla değiştiğini söylemek için bir neden yoktur. Bu iddialı cümle bana değil, Dr. Michael H. Stone'a ait. Stone, duygudurum bozukluklarının tarihsel yönlerini derinlemesine incelediği makalesinde aynen böyle demiş.

Yani bu cümleyi alıp konumuza uyarlarsak çıkan sonuç şu: Geçmişte göze ve kulağa başka gelebilir. Başka bir adı olabilir. Hatta bu kadar eskilere uzandığımıza göre doğal olarak o zamanlar bir adı bile yoktur. Ama depresyon insanın olduğu her çağda, her yerde vardı ve olacak. Dolayısıyla aslında depresyon modern çağın hastalığı filan değil.
Peki modern hayat hiç mi etkilemiyor? Tabii ki etkili. Hem de çok etkili. Pek çok çalışma özellikle 20. yüzyılın son yarısı itibariyle depre- sif bozuklukların yaygınlığında belirgin bir artışa işaret ediyor. Kalabalıkların içinde insanların giderek yalnızlaştığı, geniş aile kavramının tarihe karıştığı, maddenin ruhun önüne çoktan geçtiği bir dünya elbette depresyonu tetikleyen stres faktörleri arasında yer alıyor. Ama iş bu kadarla kalmıyor. Fazlası var. Bunun için de bana uzman görüşü gerekiyor.
MUAYENEHANENİN BEKLEME SALONUNDA biraz gerginim. Birazdan bir gazeteci sıfatıyla da olsa bir psikiyatrla karşı karşıya kalacağım. Tescilli bir hastalık hastası olarak ne kadar normal görünsem o kadar iyidir. Randevu saatim geldiğinde ayağa kalkıp Dr. Serdar Serdaroğlu'nun odasına yürürken bir ayna görüyorum.

Yüzüm çok mu depresif?! Bana mı öyle geliyor? Pek de emin değilim.

Serdaroğlu, biraz önce kendime yakıştırdığım bulgulardan haberdarmışçasma, önce depresif ruh haliyle depresyon arasındaki farkın altını çizerek giriyor konuya. "Ben kendimi iyi hissetmiyorum diyen her insana depresyonda denemez," diyor. "Üzücü bir şey yaşamışsınızdır. Verdiğiniz tepki doğaldır. Bu depresyon olarak nitelenemez."
"Bir genelleme yaparsak" diye soruyorum Serdaroğlu'na. "Ne tür kişilik depresyona yatkın oluyor?" "Tek bir kişilik özelliğinden söz etmek imkansız," diye yanıtlıyor. "Ama mutlaka bir genelleme yapmak gerekirse, genellikle bu kişiler obsesif yanları olan, borderline denilen sınır özellikleri olan kişiler. Kırılganlıkları, alınganlıkları, kaybetme endişelerinin olması bu insanları depresyona daha yatkın kılıyor."

Ve hemen ekliyor: "Depresyon gerçekte çok savaşılması gereken, zor bir hastalık. Yani kalp hastalığı, mide hastalığı, akciğer hastalığı gibi bir hastalık. Ancak depresyonda entelektüel, düşünsel fonksiyonlarımız da bozuluyor. Dikkat, bellek. Her şey bozuluyor. İcra fonksiyonlarımız, düşünme kapasitemiz bozuluyor. Yoksa sadece 'hayattan zevk alamıyorum' değil depresyon." Diğer bir deyişle, mutlaka "hayattan zevk alamıyorum" genel ifadesiyle ilişkilendirmek gerekirse: "Hayattan zevk alma kapasitemizi de bozuyor depresyon."

Belleğin negatif olayları daha çok tuttuğuna ve kişi depresyona girdiğinde negatif olayların aktive olduğuna işaret eden Serdaroğlu, depresyondaki bir hastanın örneğin 10-15 yıl önce yaşadığı bir ihaneti adeta bugün gerçekleşmiş gibi öne çıkarıp onun için acı çekebileceğine dikkat çekiyor. "Evet, depresyon davranışı da değiştiriyor. Bu yüzden önemli aslında" diyor. "Sadece durgunluk, isteksizlik, işe gidememek. Hayattan zevk alamamak değil. İşte bu tür vakalar bu konuda verilebilecek çok tipik örnekler. Yani depresyonda günlük yaşama, davranışa yansıyan değişiklikler" diye ekliyor.
Bizi depresyona yatkın kılan değişkenler genetik yatkınlıktan başlayıp, çevresel ve biyolojik etkenlere ve tabii ruhsal (psikolojik) etkenlere kadar uzanıyor. Depresyon konusundaki en önemli ruhsal faktörlerden biri de kayıplar. Sevilen kişinin kaybı. Majör depresyonun sevgili ilişkileri olmayanlarda ya da bekarlarda daha sık görüldüğünün altını çiziyor Serdaroğlu. Bu saptama boşanmış ya da ayrılmış kişiler için de geçerli. "Bu da kişinin yalnızlık duygusu karşısında gösterdiği çaresizlik" diyor. "Yani, yalnızlıkta, bir kişinin varlığının sosyal destek olarak direnme duygusunu artırmasıyla ilgili bir şey bu."

Peki Türkiye'deki karşılığı? Yani, örneğin ABD ile karşılaştırırsak eğer, kültürel açıdan biz daha şanslı konumda olarak değerlendirebilir miyiz kendimizi? Serdaroğlu, "Depresyon dünyanın her yerinde depresyon," diyor. Ancak depresyonu yaşama biçiminin içinde yaşanılan kültür tarafından şekillendirildiğinin altını çiziyor. "Birey kendini iki yönde tanımlar.

Bir, kendini kendi iç dünyasıyla tanımlar. Bir de başkalarının kendi hakkındaki düşünceleriyle" diye devam ediyor. "Bu ikisi her iki kültürde de var. Ama Batı ve Doğu toplumları olarak değerlendirildiğinde Batı'da ön planda olan, bireyin yoğun olarak kendi iç dünyasıyla kendini tanımlaması.
Doğu toplumlarında ise birey iç dünyasından çok 'beni nasıl görüyorlar', 'benim hakkımda ne düşünüyorlar' üzerinden kendini tanımlıyor. Kendi iç dünyasıyla kendini tanımlaması daha arka planda kalıyor." Ve Doğu kültüründe, bir uç örnek olarak örneğin Japonya'da, bu kendini tanımlama harakiri ile ifadesini buluyor. "Gurur kavramı. İşte o 'benim hakkımda ne düşünüyorlar' konusu o kadar içselleşti- riliyor ki, 'kaldıramam yaşamı' diyor kişi ve bitiriyor." Ya da Batılı birey iç sıkıntısını rahatlıkla söze dökerken, Doğu kültüründe can sıkıntısı geçiştirilebilir bir şey olarak değerlendirilip gerekli yardımla karşılanmıyor. Ve birey depresyonunu örneğin baş ağrısı ya da mide ağrısıyla dışa vurabiliyor.
Bu örnekler bütünü yansıtmıyor tabii. Ama insanın kendi bireyselliğini rahatlıkla arka plana atabildiği ve önceliği, başkalarının gözünde nasıl göründüğüne verdiği bir durumda depresyon karşısında daha korunaksız kaldığı da bir gerçek. Üstelik de bu, kişiyi karamsarlığa iten değişkenlerden yalnızca biri. Peki bir psikiyatr ya da psikoloğa danışan bireylerin 15-20 yıl öncesine kadar bunu en yakın çevreleri dahil pek çok kişiden gizlediği bir toplum olarak tıbbi yardım alma açısından ne denli hazırlıklıyız?
Türkiye Psikiyatri Derneği'nin verilerine göre ülkemizdeki psikiyatr sayısı yaklaşık 2 bin 500. Bu da 100 bin kişiye 2-3 psikiyatr düşüyor anlamına geliyor. (Avrupa ortalaması 9.) Tüm il merkezlerindeki devlet hastanelerinde psikiyatr var. Ayrıca ilçe merkezlerinin hemen hepsinde de l'den fazla psikiyatr görev yapıyor. Bu genel değerlendirmenin ardından biraz daha özele girdiğimizdeyse, psikiyatrların büyük çoğunluğunun beş büyük ilde (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana) yoğunlaştığı gerçeğiyle yüz yüze kalıyoruz. Ancak adı geçen illerdeki nüfus yoğunluğu ve örneğin Bingöl Devlet Hastanesi psikiyatr sayısının 3 olduğu göz önüne alındığında, tablonun ez azından düşünüldüğü kadar ürkütücü olmadığı söylenebilir.

Prof. Dr. Selçuk Candansayar, "Türkiye'de toplam 7 bin 500 psikiyatrik hasta yatağı var," diyor. "Ama olması gereken rakam yaklaşık 20 bin." Türkiye Psikiyatri Derneği Mesleki Roller Görev Grubu Koordinatörü Candansayar'a göre, en önemli sorun psikiyatrik hastalık ile hastalık kategorisine girmeyen ruhsal sorunlar arasındaki ayrım. Ve bu ayrımı da ancak tıp eğitimi almış bir psikiyatri uzmanı yapabiliyor. "Hem psikiyatrik hastalık hem de hastalık olmayan ruhsal sorunların tedavisi bir ekip işidir. Yani tanı ancak bir doktorca konabilir ama tedavi doktorun koordinatörlüğünde psikiyatr, klinik psikolog, sosyal çalışmacı, hemşire, uğraş eğitmeni gibi çeşitli ruh sağlığı mesleklerince yürütülür."
Bütün ruhsal rahatsızlıklar için geçerli olduğu gibi depresyon özelinde de başvuru mercileri arasında hastanelerin yanı sıra özel ofisler/muayenehaneler de yer alıyor. Bu konuda doğal olarak ülkeler ve uygulamalar arasında farklılıklar söz konusu. "Ama şu konuda fark yoktur; özel ofise giden ruhsal yakınması olan kişi kime gittiğini, o mesleğin nasıl bir meslek olduğunu, yetkilerinin ne olduğunu bilerek gitmektedir" diyor, Selçuk Candansayar.

"Oysa Türkiye'de insanlar psikolog ile psikiyatr arasındaki farktan sadece psikiyatrın ilaç da yazabildiğini bilmekte, psikologların tıp eğitimi almadıklarını bilmemektedir... Örneğin karamsarlık, iç sıkıntısı ve isteksizlik gibi yakınmaları nedeniyle bir psikologun özel ofisine başvuran kişi kendisini görüp değerlendirecek kişinin tıp eğitimi almamış biri olduğunu bilmelidir. Gerisi başvuran kişinin bireysel hak ve sorumluluğundadır." Bu, neden mi önemli? Çünkü, "Örnekteki karamsarlık gibi yakınmalar beyin tümörünün de ya da tiroid hormonu eksikliğinin de ilk belirtileri olabilir ve bu ayrımı ancak tıp eğitimi almış biri yapabilir."

CAN SIKINTISI, MUTSUZLUK, yaşamdan zevk alamama elle tutulur şeyler midir? Ya da soruyu şöyle soralım: Bu sayılanların bedenimizde maddenin kendisiyle açıklanabilecek izdüşümleri var mıdır? Evet vardır. Çünkü depresyon vücuttaki yansımasını be-(sayfa 67'den devam ediyor) yinde bulur. Yaşanan depresyonun şiddeti, uzunluğu ve tekrarlama sıklığı aynı zamanda beyindeki kimyasal değişimin oranını da belirler. Önce normal işleyiş bozulur. Sonra depresyona girilir. Ondan sonra da beyindeki kimyasal değişim tedavinin varlığı ya da yokluğuna paralel olarak artar ya da azalır.

Kişinin depresyonda olduğunun belirlenmesi için bir takım kriterler kullanılıyor. Dünya geneli için kullanılan kriterler arasında Amerikan Psikiyatri Birliğinin DSM-IV (bkz. sf. 68) ve Dünya Sağlık Örgütü'nün ICD depresyon kriterleri öne çıkıyor. Ve klinik depresyonun saptanmasıyla birlikte tedaviye geçiliyor. Özellikle 1990'lı yıllarda serotoninin depresyonda oynadığı rolün belirlenmesinin ardından antidepresanlar konusunda yaşanan devrim niteliğindeki gelişmeler, laçla tedaviyi günümüzde oldukça ileri noktalara taşımış durumda. Peki sadece ilaçla tedavi sorunun çözümü için yeterli mi?

İlaçla tedavi ve psikoterapi açısından değerlendirildiğinde, "Arada belirtilerin ortadan kalkması gibi bir farklılık var" diyor, Serdaroğ- lu. Yani yalnız ilaçla tedavideki "sübjektif iyi oluş hali." Kişiye örneğin DSM-IV kriterleri açısından bakıldığında anlamlı olan belirtiler gözlemlenmeyebiliyor.
Ancak hasta depresyon öncesi iyi hissediş haline dönemeyebiliyor, aynı noktaya gelemiyor. Serdaroğlu, 10-15 yıl gibi uzun dönemli gerçekleştirilen çalışmalarda sadece psikoterapi uygulanan hastalarda nüksün daha fazla olduğu ve nüks açısından bakıldığında ilaçla tedavinin ikinci sırada geldiğini söylüyor. "Sonuç olarak en başarılı sonuçlara, hastalığın nük- sünü de önlemek için, psikoterapi ve farmakote- rapiyi yan yana götürmekle ulaşılıyor."


Paylaş

Görüntülenme:
Güncellenme Tarihi:13 Ağustos 2011Yayınlanma Tarihi:05 Ağustos 2011

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.