Bir hayat vizyonunuz olmalı

Hayat biraz sorgulamadır, biraz görme, biraz işitme, biraz dokunma ve hissetmedir. Kendini inşa etmedir. Yüreğine dönüp bakma, yaptıklarına ve yapacaklarına… Nereden geldiğine ve nereye gideceğine…

Tüm bunların toplamında hayat belki de varlığın özüne ulaşma çabasıdır. Bunları konuştuk Uzman Psikolog Orhan Gümüşel’le. Kendinize dönüp baktıracak bir sohbete buyurun...


*Yaşamın gaye ve dinamiği nedir?

Bir hayat vizyonunuz olmalıBu kişiden kişiye değişen bir şeydir. Yaşamın gaye ve dinamiğini aslında kime sorarsanız sorun, mutluluk, diyecektir. Bunu elde etme yolları değişir. Kimine göre mutluluk iyi kariyerli bir meslek. Kimine göre çok para kazanmak, kimine göre her istediğini satın alabilmek. Kimine göre, dünyanın maddeci zihniyetinden çıkıp, daha mistik şeylere ulaşmak. Kimine göre, her şeyini bakıp, Ferrari’sini dahi satıp, alıp başını gidebilmek. Mutluluk kişiye göre değişen bir şey, ama bu genel bir tanım. Bununla beraber, evine gidince bir tas sıcak çorba, başını sokacak bir evinin olması, o da mutluluk. Ya da işte, bir arabasının olması da mutluluk. Bir öğrenci için sınavdan iyi not almak da mutluluk. Mutluluğun temelinde huzurlu olmakla ilgili bir taraf var. Yani kendini nasıl huzurlu hissedecek insan? Buna ulaşabildiğinde, kendini mutluyum diye tanımlıyor. Ulaşamadığında da mutsuz. Ama artık mutlulukların tanımı da daha bireysel. Eskiden toplum içindeki sosyal bağlar kuvvetliyken başkaları için de mutlu oluyordunuz. Günümüzdeyse daha çok kendini ön plana çıkaran bir mutluluk anlayışı var.

*Daha bireysel…

Bireysel dinamizmde artık o var. Türkiye’de insanlar zihniyet anlamında ne tam Batılı, ne de Doğulu. Tüketim zihniyeti anlamında Batılıyız, ama zihniyet anlamında Batılı insanlar değiliz. Aslında Doğulu gibi düşünen, ama Batı kültürü gibi tüketen bir topluluk olduk. Bunu şöyle de adlandırıyorlar; Türkiye Doğuyla Batının bir sentezi de diyorlar. Ben ona çok katılmıyorum. Türkiye işte, doğulu gibi düşünüp, batılı gibi tüketen bir toplum. En basit tanımla bu geliyor aklıma.

Düşünürken toplumda genelde heyecanlı bir liderin peşinde giden, ama tüketirken çok fazla ‘ben’in öne çıktığı bir yaşam kültürü var artık. Böyle olunca da tabii toplum ve topluluklar arasındaki etkileşim azalıyor. Biraz daha ayrışma başlıyor. Bu ayrışmalar baktığımızda etnik, dini köken, bununla birlikte dünyada başka bir ülkede yoktur herhalde, ama kendi ülkesinde, yaşadığı topraklar içinde bir gurbet zihniyetinin olduğu.

Şehirleşmeye baktığımızda da, şehrin insanları çağırdığı, halkın şehri oluşturduğu ve hızla elit bir göçün değil de, vasıfsız bir göçün olduğu yaşam tarzı var. Tabii böyle olunca ne oluyor? Büyük şehirlerde gettolar oluşmaya başlıyor. Yani aynı yapıdaki azınlıkların oluşturduğu yerleşim birimleri, bunların bir kısmına biz varoş, bir kısmına başka bir şey diyoruz. İstanbul’da bir bölge belli bir coğrafyadan, bir bölge başka bir coğrafyadan gelen insanların oluşturduğu, ama tüm bu insanlar Taksim’e gittiklerinde, İstiklal Caddesi ortak mekanları oluyor. O da beraberinde daha az tanımaya dayalı güvensizlik de oluşturuyor. Bu defa ne yapıyor? Daha bireyselleşiyor insanlar. Yaşarken, tüketirken daha sınırlı bir çerçeveye giriyorlar.

“Ama bir de, hayatın gayesi nedir?” diye sorarsanız, insan yeryüzünde bilindiğinden itibaren devam eden bir şey var: Biz nereden geldik? Nereye gidiyoruz? İnsan bunu çok araştırıyor. Ben neyim mi? Çok araştırıyor. Gençlik bunun böyle çata çat yaşandığı bir yer. Kendi kendine en çok, “Ben neyim mi?” yaşadığı yer.

*Gettolaşan ve Doğuyla Batı arasında sıkışmış bir kültürel ortamda kişi kendine nasıl bir tanım getirebilir?

Öyle ya da böyle bir takım tanımlar getirmek zorunda diye, didaktik yaklaşmak çok doğru değil. Sonuçta toplum canlıdır. Bir şekilde akıp gidecek. Yani bazı şeyleri çok fazla istibdatla yaptıramazsınız topluma. Toplum görecek, alacak, belki içselleştirecek, belki dışlayacak. Yani illa yaşam dinamiklerini var oluş düşünceleriyle ilişkilendirmek pek doğru değil. Sonuçta bu bir arz, talep piyasası. İnsanlara bazı şeyler sunuluyor. İnsanlar bunu tüketiyor. Ya da insanlar bir şeyleri talep ediyor, bunlar insanlara sunuluyor, tüketmesi için. Yaşanan sosyal düzen bu olduğu için, şu anda böyle bir şey var.

İnsandaki o duygu şöyle gelişiyor; sonuç olarak toplumsal ya da, fiziksel yaşam ortamımızdaki herhangi bir uyaranı bizim beynimiz eğer, “Bu benim için zararlı bir şey” olarak algılarsa, buna karşı bir savunma geliştirir. Bundan dolayı hissettiği baskıya da stres denir. Şimdi stres ortaya çıktığında iki tür duygulanımımız vardır; ya haz duygulanımıdır. Mesela, evlenip çocuk sahibi olmak, işini büyütmek, bunlar da strestir. Ama, bunlar sonrasında bir haz beklersiniz ve o yüzden motivasyonunuzu devam ettirirsiniz.

Sınav, göç, ölüm, boşanma, istenmeyen ayrılıklar, engellenmek bunların hepsi elem duygusu oluşturur insanın üzerinde. Tabii bunun fiziksel bir tarafı da olabilir. Fiziksel tarafında da, şimdi karnınız tok, sırtınız pekse ki bunlar sizin birincil ihtiyaçlarınız. Eğer bunlar olmazsa, onaylanmak, başarılı olmak, değer görmek gibi kaygılarınız olmaz zaten. Eğer sırtınız pek değil, karnınız da açsa tek yapacağınız şey, karnınızı doyurmaktır. Ağrı, acı, ağır hastalıkta da öyle… Hayattan çok fazla beklentiniz olmaz. Bir an önce iyileşmek dilersiniz. Sağlığınıza kavuşmaktır tek amacınız. Böyle bir durumda işte karşılaştığı şeyden bir zevk alacağını, bir menfaat alacağını düşünürse insan ona yönelir, onu yapmak ister. Bakar, haz da alırsa devam eder ve bunu artık kalıp davranış haline getirir. Eğer elem duyuyorsa, sıkıntı duyuyorsa, bundan da kaçmaya ya da kaçınmaya çalışır. Şimdi ortaya böyle bir şey çıkınca biz bir reaksiyon veririz. “Ne yapması gerekiyor?” deyince, işte belki bunlar olmalı. Şimdi adaptif reaksiyonlar dediğimiz tepkiler var. Gerçekten önünüze bir sıkıntı, bir sorun çıktığında onu aşmak için mücadele etmek ve o sorunu kökünden çözmeye yönelik davranmaktır. Bunu yaparsanız aştığınız engel sizin için sorunken, aşıldığında sizin için tecrübe anlamı taşır. Yani sizin bünyenize katılmış yeni bir malzeme, yeni bir argüman olur. Yok, eğer elem duygusuyla hareket edip de kaçınmaya çalışırsanız, o sorun orada durur, çözülmez. Moralaktif reaksiyon denir, bunlara. Kısa yoldan kurtulmayı, ertelemeyi, görmemeyi, karşılaşmamayı yeğlersiniz. Ama aynı seviyeniz devam eder. Gelişememiş olursunuz.

Türkiye Cumhuriyetindeki ana sıkıntılardan bir tanesi, bir İmparatorluk kültüründen gelmiş olmasıdır. İmparatorluk kültürünün o haşmetini, gücünü, siyasi otoritesini, mirasını kullanırken, imparatorluk gücü bittikten sonra, dünyadaki büyük güç sayılan ülkelere karşı haşmetini yitirmiştir. Onun ezikliğini de bir şekilde kaldıramaması, bir şekilde kompleks etmesi var. Yani o çatışma da biraz oradan geliyor. Düşünün seksen yıllık genç bir cumhuriyet. Bir ülke yaşı olarak çok genç ve en önemli özelliği de çok çok değişmek zorunda kaldı. Bir sürü yaşam alışkanlığı, değeri, bakış açısı bir anda değişmek zorunda kaldı. Böyle bir değişimi de çok çabuk hazmetmesi ve bünyesinde eritmesi dünyada mümkün değil.

Ben bu gün, yaşlı genç mi denir ona, yani otuzlarını görmüş adamlarız. Biz cep telefonunu Uzay Yolunda Kaptan Spak’ın elinde gördük. Ama biz o zamanlar, “Vay be!! Adamlar neler yapmışlar” diye seyrediyorduk. Şimdi çoluğumuz çocuğumuz elimizde cep telefonuyla geziyoruz. Biz birazcık fazla hızlı açılmak zorunda kaldık. Onun getirdiği sonuçlar da var. Yokluktan çıkıp, zenginleşen bir ülkeyiz hâlihazırda.

Dinamik bir ülkeyiz. Nüfusumuz çok genç. Bu genç nüfusu bir şekilde, hem eğitim olarak, hem gelecek kaygısı olarak beslemek lazım. Bunu, yukarıda haz duygusu vs. şeklinde bahsettik… Bu gün bir Etiyopya’nın elem duygusu açlık üzerinedir. Bizim akşam eve gidince pişen yemeği reddetme lüksümüz var. Yani Afrika’da bir ülkede açlık çeken bir insanla bizim yaşamla ilgili kaygılarımız farklı. O adam, hayvanının idrarıyla elini yüzünü yıkıyor. Bir tahta kâsenin içerisinde, içinde ne olduğunu bilmediği, üzerinde sinekler uçuşan bir yemeği bulduğunda sevincinden dört takla atıyor. Bununla beraber, bizim de lüksümüz olmayan bir şeyler var. Ya da biz de bir İsviçreli kadar rahat değiliz. Yani bir İsviçreli, Mayıs ayında bir işten ayrılıp, aldığı tazminatla, işsizlik parasıyla gelir Türkiye’de çok güzel bir tatil yapar. Ekim ayında geri döner ve çabucacık bir iş bulabilir kendine. Ama bizim öyle bir şansımız yok ki, iki gün işe gelmezsek yandık. 20-25 senelik emeğini heba etmek zorundasın. Hep bir şeyleri kaybetme korkusuyla yaşadığınızda, küçük kazançlarla da çok şeyler olur. Yani şimdi hedefsizlik, amaçsızlık diyoruz ya; aslında hedefimiz ve amacımız bir şeyleri kaybetmemek üzerine kuruluyor. Çocuklara da öyle veriyorlar aslında. “Bak bizim imkânlarımız var. Sana sağlayabiliyoruz. Eskiden yoktu. Bir kıymetini bil. İki; bu standartlardan aşağı düşmeyecek bir şeyler yap. O yüzden bir çocuk gidip diyemiyor ki babasına, “Baba ben arkeolog olacağım.” Ya da babasına diyemiyor ki, “Baba ben müzisyen olacağım.” Ne oluyor? Bazı meslek gruplarında bir şişme, bazı meslek gruplarında da yoksunluk oluyor.

Bu gün Türkiye işte son derece önemli bir arkeoloji ülkesi. Arkeolog var, ama çok az. İmkânlar az sağlanıyor. Ama bir paleontolog yok. Yetişmiş alan sahasında bu potansiyeli kullanamamak var. Peki, çocuklar ne yapsın? Önlerine konan hedef sadece bir yerleri kazanmak ve o kazandığı yerle ilgili paralar kazanmak olduğunda çocuklara kızıyorlar. Sonra da, “Sen üniversiteden çıkar çıkmaz sana şu kadar para mı verecekler?” E, senelerce öyle yetiştirdiniz. O yüzden önce iğneyi büyüklere, sonra gençlere…

*Bizim toplum olarak, ülke olarak ve birey olarak oluşmuş temel amaçlarımız yok…

Evet yok. Nedir bu; vizyon. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman bir vizyonu vardı. İşte Muasır Medeniyet seviyelerinin üstünde olmak.

*Muasır Medeniyetin tanımı neydi?

Bilgi olarak, teknoloji olarak, devletin ekonomik gücü olarak, askeri gücü olarak, nedir o dönemde, bunun belirtilmiş bir şeyi yok. Muasır medeniyet seviyesi neyse, onun bir adım önünde olmak.

*Medeniyetin lideri olmak yani…

Bu gün bizim tartıştığımız konular o yüzden yanlış. Gereksiz şeyleri tartışıyor, gereklileri tartışmıyoruz. Vizyon nedir? Gelecekte içinde olmak istediğiniz fotoğraftır.

Şimdi gençlere sorduğumuzda, adam söylüyor, şudur, budur, falan filan, ama sizin vizyona gitmek için stratejiye ihtiyacınız var. Strateji nedir? Sizi o vizyona götürecek alternatifli yolları belirlemek. Nasıl olabilir? Kendi kişilik kaynaklarınızı da değerlendirerek. Şimdi, kişilik kaynaklarınızla vizyonunuz eğer örtüşüyorsa bu çok başarılı bir stratejidir. Yani stratejiyi anlatmak için en güzel örnek bu olsa gerek. Strateji kaynaklarla vizyonu örtüştürme sanatıdır. Sizin kaynaklarınız küçük, vizyonunuz büyükse bunun adı gerçekçilik değil. Eğer sizin vizyonunuz küçük kaynaklarınız büyükse bu hedef de size küçük geliyor demektir. O yüzden en iyi oluşturabilecek şekilde ve bazı şeyleri kaybetmek üzerinden değil, kazanmak üzerinden kurgulamak gerek.

Bu da nedir? Öncelikle işte hedefinizin olumlu bir dil içermesi gerekiyor. Yani ben ne yapabilirim mi? Neyi yapamazsam, neyi kaybederimi değil. “Ne yapabilirim mi”yi, sormak. Bir olumlu gerçekçilik. Daha sonra bunun ekolojik olması lazım. Size, değerlerinize, aile değerlerinize, içinde yaşadığınız kültürün değerlerine uygun olması gerekiyor.

Çocukluktan itibaren aslında ilk değerlerimizi biz aileden alırız. Sonra aldığımız o ilk değerleri ergenlik döneminde yaşadığımız dünyayla harmanlayarak kendi stilimizi oluştururuz. Tabii o harmanlama döneminde aileyle de, çevreyle de z, eğitim hayatıyla da çatışırız, ama geliştirdiğimiz şey bir kişiliktir. O kişilik gelişirken altta cinsel kimlik gelişir. Yani o toplum içinde bir erkek nasıl davranıyor? Nasıl baba oluyor? İş hayatında nasıl davranıyor? Bir problemle karşılaştığında nasıl çözmeye çalışıyor? Nasıl sakıncalı şeylerden kendini koruyor? Bunu öğreniyor. Ya da bir bayan, bir kadın olmayı öğreniyor. Toplumsal kimlik kazanıyor. Toplumsal kimlik nedir? O toplumun içinde sen nesin? Ne kadar yer kaplıyorsun? Nasıl algılanıyorsun? Akademik kimlik yani mesleki kimliğini kazanıyor. Kimsin, nesin, ne iş yaparsın? Onu kazanıyor.

Bu gün mesela Mehmet Ali Erbil bir şovmen. Onun işi şov yapmak. Ama onun yaptığı işi mesela Anayasa Mahkemesi Başkanı yapsa şaşırırız değil mi? Mesleki kimlikle ilgili kişiliğimize işleyen şeyin bir örneği.

*Peki bu sefer gençlerin başarı döngüsünde neye dikkat etmekleri lazım?

Ne istediğine karar vereceksin, eyleme geçeceksin. Bu eylemi arada bir test edeceksin, ben neresindeyim, diye. Ondan sonra da tadını çıkaracaksın. Esnek olacaksın biraz.

*Amaç ve vizyon belirlenmemiş bir duruşla, şu anki genel duruşumuz gibi yani…

Günü kurtarmayı oynarsınız…

*Günü kurtarmayı oynamak şu an gelinen nokta. Oluşan toplumsal bilincimiz de ne yazık ki bu yönde. Fakat bu çark nasıl kırabilir?

Eğitim şart! (gülüyor). İşte eğitim şart, öğretim şart değil. Biz de öğretim şart gibi işliyor. Hâlbuki eğitim şart. Yani bir insan günlük şeylerle mutlu oldu mu, bu demektir ki, günlük hayal kırıklıklarını da taşıyacak. Bu da ne demek? Çok çabuk unutacak, çok çabuk hevesleneceğiz demek. Şimdi yaşadığımız da bu. Yani çok çabuk unutuyor, çok çabuk hevesleniyoruz. Ve çok çabuk da tüketeceğiz demek.

Yani dünya üzerinde şu anda devam eden bir kapitalist süreç var. Bu kapitalist süreç neden beslenir? Tüketimden beslenir. Yani eskisi kadar belki idari sistemler, ekonomik sistemler çok konuşulmuyor, ama sonuçta bir hâkimiyeti var. Tüketime dayalı bir düzen. Tüketirken de en azından bilinçli tüketmeyi öğrenmek gerek. Yani şunu öğrenebilmek; üzerimize giydiğimiz bir kotla bizim kişiliğimiz yücelmiyor. Ya da alçalmıyoru öğrenmek. Bu da aileden başlayacak. Yani değerleri vereceğiz. Nedir bu değerler? Din eğitimi. Bu gün dünyanın her yerinde din eğitimi vardır. Ama örgün sistem içinde olur, ama olmaz. Ama ailede mutlaka olur. Yani bu insanlar ergenlik çağında inanç sistemini sorgulamaya başladıklarında tamamen bilgisiz olmamalılar. O zaman gençler çok aykırılaşabiliyor. Yani daha çocukluklarından itibaren biz çocuklarımızın bizden farklı düşünebileceklerini hazmedebilmeliyiz. Çünkü farklı bir dünyada yaşayacaklar. Her farklılık aykırılaşmak değildir ki.

E, tabi gençlerin de dikkat etmeleri gereken şeyler var. Şimdi başkalarının beklentilerine göre sen hayatını belirlemeye çalışırsan tabii ki, mutlu olamazsın. Yani bir iç denetim, bir dış denetim odağı var. İç denetim odağı nedir? Hayatta başına gelen iyi ya da kötü şeylerin kaynağını, nedenini, sorunu kendinde arar, kendinde bulur. Ona göre tad alır, ona göre üzülürsün. Bir de dış denetim odağı vardır. Hayatta başarılan her şey dışarıdandır. İyilik ya da kötülük. Mutlu bir şey geldi, işte lütfettiler, ona verdiler olur. Kötü bir şey geldi, ona gıcığına yapmadılar olur. Ha tamam, iç denetim odağı, dış denetim odağı diye insanın tamamen ayrışması gerekmiyor. Ayrışamaz da zaten. Bazı şeyler iç denetim odağıdır, bazı şeyler de dış denetim.

Başarılı bir bireyin bir dengesi vardır. Başarılı olmak için de işte, ne istediğine doğru karar vermek çok önemli, vizyon sahibi olmak önemli, o vizyona ulaşacak kaynakları belirlemek önemli, o kaynakların farkına varmak önemli. Bununla beraber eyleme geçmek de önemli. Eyleme geçmeyen her şey lafta kalır. Eyleme geçtikten sonra bunu test etmek. Doğru mu yapıyorum, yanlış mı gidiyorum? Arada yoluna bakmak, en sonunda da esnek olabilmek. Hem iletişimde, hem işte, hem zamanı kullanırken. Bazı kaynakların geri dönüşü yok. Gençler, şöyle amaçsız, böyle amaçsız, şudur, budur gibi nitelemelerden özellikle kaçınmaya çalışıyorum. Bazen de kızıyorlar, gençlerin avukatı mısınız, diye. Yani rehberleri bizsek, bizlerin de onlara çok fazla sunabildiği bir şey yok ki. Öğütten, laftan ya da dershane parası ödemekten başka. O yüzden şöyle topyekûn bir silkiniş gerekiyor, biz ne yapıyoruz konusunda?

Bu gün bakıyorsunuz, anneler kimliklerini yitirmiş. Bilmem kimin karısı, bilmem kimin annesi, e sen kadın olarak neredesin? Kadın olarak bir yere gelmeye çalışınca da bu sefer diğerlerine sataşıyor. Yani ona da gerek yok. “Bu güne kadar ben eziktim.” E ezilmeseydin, ezdirmeseydin. Yani bundan sonra sen mi ezeceksin? O toplumsal barışı bir türlü yakalayabilmiş değiliz. Yani ifratla, tefriti karıştıran bir karakterin olması bazen işleri zorlaştırıyor.

*Şimdi ailelerde çocuğa aşılanacak bir amaç yok, ülkenin kendi amaçları yok…

Orası yanlış anlaşılmasın. Hali hazırda insanların belirgin, devamlı, süreklilik arz eden amaçları olmadığı için çocuklar da tüketime kayıyor. Yani onlara tüketmek öğretiliyor. Yani al bunu tüket, al bunu tüket, al bunu tüket, deniyor.

*İşte bu kırılma noktasından kendi varlığını bulma anlamında nasıl çıkabilir?

Yaşayarak çıkacak. Onu, bunu deneyecek. Kendi değerlerine uygun olanı içselleştirecek. Uygun olmayanı atacak. Bir çocuk zaten altı, yedi yaşına kadar aileden alır değerlerini. Yani burada önemli olan şey, onu eyleme geçen, isteyen, talep eden bir duruma büründürmek. Yani tutup da; ülkeden kendini sıyır, aileden kendini sıyır, kendi amaçlarını kur! değil. Şu an da ülkenin ve ailelerin belirgin vizyonları olmadığı için hep kazanmaya dayalı bir rekabete doğru sürükledikleri için çocukları, onların bir sıkılmışlıkları var. O yüzden feryat, figan gençler. Sürekli kazanmak zorunda, sürekli kazanmak zorunda... Bir şeyleri kazanmak zorundasın… O rekabete dayanamıyorlar. Onlar da ne yapıyorlar? Kendi kişilik kaynaklarında gördükleri iyi bir şeyleri abartılı olarak ortaya koyuyorlar. Biraz güçlü kuvvetliyse adam istediklerini elde etmek için birilerini dövüyor. Biraz duygusal gelişimi iyiyse duygusal yönden silah olarak kullanıyor isteklerini elde etmede. Cinsel yönden gelişmişse, onu kullanarak isteklerini elde etmeye çalışıyor. Bir popülist kültür var çünkü. O popülist kültür nedir? Tüketir. Tükettikçe büyürsün. Tükettikçe bir kimlik kazanırsın. Burada çocuklara verilecek olan şey; özellikle şu; model olabilmek. Lafta değil. Aileler, anneler, babalar bir kere bunu yaşayacaklar. Sen tutup da bu gün işe gitmeyip, hastalık yalanını uydurursan, ertesi gün hastalık yalanını uydurup sınava gitmeyen çocuğuna kızamazsın. Bu adil değil. E, biz bunu yapıyoruz. Kendimizle ilgili yalan söylüyoruz. Çocuklara gelince yalan söyleme diyoruz. İnanır mı bize? İlk önce o güveni yakalamak lazım. Bir güven ortamı oluşmalı. Çocuk şunu hissedecek; “Dışarıda güç bir dünya var. Tamam kabul. Pazar küçük, pay almak isteyenler büyük. Ama eve döndüğü an, kendini huzurlu bir limanda, güvenli hissedebilmeli. Hem evden kaç, hem toplumdan kaç. Ne olacak? İçe çekilecek, bilgisayar başında sanal tatmin yapan insanlar olacak. Başka kaçarı kalmıyor çünkü.

*Kurgusal bir yaşamın içine hapsolacak…

Evet, bu bir kurgu mu? Evet, bir kurgu. Her kurgu değişir ama. Miadını doldurur. Birazcık elindeki güçleri bilmeyen insanların yaşadığı bir sıkıntıyı yaşıyoruz. Okumuyoruz, konuşmuyoruz, muhabbet etmiyoruz. Muhabbetin içinde mesela ne vardır? Muhabbetin içinde sevgiyle hasbihal vardır. Yani hasbihal etmek. Bu günkü gençlere bunu nasıl anlatacağız işte. Onların dilinden konuşabilmemiz gerekiyor. O bizim hasbihalimizi anlamayabilir. Anlatmakla mükellef olan biziz. O zaman biz onun dilini öğreneceğiz. Ondan sonra gençlere diyeceğiz ki, kardeşim siz niye amaçsızsınız, siz niye şöylesiniz, böylesiniz?

Adam on beş sene ağzında bir şekerle dolaşmış. Şimdi diyoruz, “Ver o şekeri, hak ettikçe yiyeceksin artık.” Beş yaşından, üç yaşından beri hak etmeyi öğret. Bu iş biraz eğitimle ilgili. Üstüne basa basa söylüyorum, öğretim değil! Eğitim. Eğitimle, öğretim zaten okul hayatıyla beraber birleşir. Ama ilk önce eğitimi iyi vermek lazım. Bir insan önce insan nasıl olur? Neleri yaparı öğrenmesi gerekiyor.

*İnsanın yaşamla ilgili hedefler belirlemesi neden önemlidir?

Bu önemli bir soru işte. Şimdi neden önemlidir? Birincisi insan kendinden öncekilerin izini takip eder. Kendinden sonrakilere bir iz bırakır. Yani bir biçimlendirme süreci takip eder. Bu gün bir ceylanın yavrusuna öğrettiği, sadece aslandan kaçmak ve beslenebilmektir ve en güçlü erkeği seçtir, ya da en sağlıklı dişiyi seçtir. Çünkü onun derdi, nefsin ve neslin devamıdır. Ama insanı şöyle çıplak bıraktığınızda, ne av ne de avcı. Yani ne av gibi davranabilir, ne avcı gibi. Ama insanı, diğerlerinden ayıran ne gibi bir özelliği var; insanın bir düşünce özgürlüğü, düşünce gücü var. Olayları manipüle etme yeteneği var. Değerini kullanıp, birleştirip, çevresindeki materyalleri kullanıp, onu başka bir şeye dönüştürme tarafı var. (Masayı tutarak) Bu bir ağaç. Form olarak hâlâ ağaç, ama görüntü olarak artık bir masa. Bir başka işleve sahip. Hiçbir maymun, bunu alıp yapamaz. Her gelen bilgiyi bir üstüne koyarak daha müreffeh bir yaşama kavuşuyor. Dünyanın nimetlerinden daha çok faydalanıyor, daha huzurlu ve sağlıklı oluyor. Daha uzun yaşıyor. O yüzden işte bu birikim gerekli. Bizden önce biçimlenen dünyayı algılamamız ve kendimizden sonraki dünyayı biçimlendirebilmemiz için. Hedeflerde bu yüzden lazım tabii ki.

*Yaşamda amacı olmayan bir bireyin, hayatta elde edeceği ne vardır?

Depresyon! Hedefi olmazsa bir insanın başarı motivasyonu olmaz. Motivasyonu olmayan adam bir şey yapmak istemez. Giderek âtıllaşır. Atalet çöker üstüne. Atalet çöktükçe mızmızlanır. Mızmızlandıkça huzursuz olur. Huzursuz oldukça hiçbir şey yapmak istemez. Hiçbir şey yapmadıkça haz duygusu düşer. Haz duygusu düştükçe artık sürekli negatif düşünen hayattan zevk almayan bir adam olur. Başka da bir şey olmaz.

KAYNAK: //www.yeniasya.de/gencyaklasim/

Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:01 Ocak 2000

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.