AKŞAM İKİ DİZİ İYİ GELİR!

AKSİYON DERGİSİ

Televizyonu hangi vakitte açarsak açalım, çok sayıda dizi ekranda oluyor. Peki hayatımız nasıl etkileniyor…

 


Prof. Dr. Nevzat Tarhan Aksiyon Dergisi için anlattı:

Televizyonu hangi vakitte açarsak açalım, çok sayıda dizi ekranda oluyor. Sabah, öğle ve gece yarısı eski bölümler, ‘ prime time’ da yeni bölümler… İzledikçe daha çok bağlanıyor, ekran başından kopamıyoruz. Her geçen gün sayıları ve yayın akışındaki süreleri arttıkça da bu ‘ hastalı ‘ hiç bitemeyecek gibi görünüyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı araştırmaya göre, ülkemiz Amerika’dan sonra günlük televizyon izleme oranında ikinci sırada yer alıyor. Bu oranda dizilerin önemli oranda payı var. Çünkü TV kanalları yayınlarını diziler üzerine endekslemiş durumda. Günde 15 saat dizi yayımlayan kanallar var artık. Hatta sabah, öğle, akşam, her yemekten sonra bir dizi bulmak mümkün…

Televizyon kumandasının düğmesine basma iradesinin insanoğlunun kendi elinde olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, diziler de haber veya spor programı ‘ takip edilmesi gerekenler ‘ listesine girdi, daha doğrusu böyle bir algı oluşturuldu. Bir başka ifadeyle pasta gibi ara sıra zevkine alınması gereken gıda; ekmek su gibi hayati ihtiyaç haline getirildi. ‘’ TV’ de bu kadar dizi yokken nasıl vakit geçiriyorduk? ‘’  sorusu bile anlamsızlaştı artık. Öyle ki, herkesin konuştuğu bir diziyi sadece ilgisini çekmediği için seyretmeyen bir kişi tuhaf bakışlarla karşılanabiliyor.

Dizi müptelalarının en büyük bahanesi genelde ‘’ TV’ de başka seyredecek şey yok ki! ‘’ şekline tezahür ediyor. Dolayısıyla sorun dizilerin varlığından ziyade toplumun onu algılama biçiminde saklı. Elbette ekranda sunduğu ürünün popülaritesine kapılıp her defasında cazibeyi arttırma yarışına giren yapımcı ve kanal yöneticilerinin sorumluluğunu unutmuyoruz. Üstelik bu sorumluluk, sadece dizi endeksli yayın yapmayı değil, iradi olarak oluşturulan içeriklerle ( cinsellik, maddiyat, şiddet ) belli bir hayat tarzını empoze etme gayretini de kapsıyor. Savunmaları ise, ‘’ Ne yapalım, halk talep ediyor, biz yapıyoruz! ‘’ söyleminden öteye geçmiyor.

Yayın içeriklerinin denetimi elzem; ama bu konuda çok eksik var, yapılması gereken düzenlemeler de zaman alıyor. Dolayısıyla problem çözümü adına bireysel yöntemler akla geliyor; kumandaya sahip çıkmak gibi. Yani bilinçli, TV seyredicisi olmak gerekiyor, bu zannedildiği kadar hayali bir hedef değil.

Türk dizileri üzerine kafa yoran isimlerden Yeni Şafak gazetesi yazarı Sema Karabıyık, bilinçli izleyici olmanın seyredilenle araya mesafe koyabilmek ve teslim olmamaktan geçtiğini söylüyor. 

Bu duruma kendi hayatından örnek veriyor; ‘’ 10 yıl önce Borsa’ da çalışıyordum. Sabah yedide evden çıkar, akşam sekizde yorgun argın eve gelirdim. Dinlenmek, kafamı boşaltmak için televizyon seyrederdim. Üzerine düşmez, sorgulamazdım. Okuma – yazma işiyle haşır neşir olmaya başladıktan sonra bakışım, algılayışım değişti, sorgulamaya başladım. Bir sonraki sahnede, bölümde ne olacağını tahmin etmeye, ekranda verilenin alt metnini çözmeye odaklandım. ‘’ Karabıyık’ a göre, zarar veren asıl kısım alt metin zaten. O çözüldüğünde seyircinin teslim alınması zorlaşıyor ve manipüle edilme riski azalıyor.
Peki, gerçekten diziler insanı manipüle ediyor mu ya da hayatı ne kadar etkiliyor? Sokaktan örnek verelim. Fenerbahçe taraftarı Galatasaray maçına giderken metrobüs kuyruğunda ‘’ Fatmagül Cim Bom, senin suçun ne, kadar böyle! ‘’ diye tezahürat yapıyordu. ‘’ Bir maç sloganı ‘’ deyip geçmezsiniz. Bu tür etkilerin zararı maalesef anında fark edilmediği gibi ‘ gözle görülüp elle tutulan ‘ cinsten de olmayabiliyor. Zaten TV izleme alışkanlığı, yavaş yavaş öldüren madde bağımlılığına benzetiliyor.

Psikiyatr Prof. Dr. Nevzat Tarhan bu anlamda dizileri dışı çikolata kaplı, içinde acı ilaç bulunan drajelere benzetiyor: ‘’ Çocuklara parlak diye yer, ama içinde ilaç olduğu için de zehirlenirler. Diziler de böyle. Dışı cazip, fakat içinde kültürel ve psikolojik savaş var. Diziler bu tür savaşın en önemli enstrümanları, kurşunları, silahıdır.’’

Hayatımızın bir parçası olan ve topluma ayna tuttuğunu iddia eden diziler, aslında biraz da senaristlerin, yapımcıların kafa yapısında ki bireyi oluşturma çabasında. Zira oluşturan karakterlerle toplumun normalleri belirlenirken aynı zamanda insanlara bir prototip sunuluyor.

Nevzat Tarhan, birbirlerinden çok farklı içeriğe sahip olsalar da dizilerin insanlara sunduğu rol model sayesinde ‘ normal ‘ kadın, erkek, çocuk tiplerinin oluşturduğunu düşünüyor. Bu rol model algısı de sadece giyim-kuşamı değil, konuşma tarzı, gidilen mekânlar, hayat standartları, ahlak ve değer algısı gibi hayati bakışları kapsıyor. Diziler insanlara bir yandan temel ihtiyaçlarına göre değil, isteğe göre tüketim mantığı oluşturuluyor. Varlık içinde yokluk yaşayan insanın mutlu olması güçleşiyor.

Tarhan, dizilerin sunduğu rol modeller aracılığıyla toplumsal ve psikolojik insan normlarının değiştiğini ve fiziksel görünümün yüceltildiğini dile getiriyor. Çünkü bir evde en çok konuşulan şey kılık kıyafet, para, güzellik olunca; çocuğun kafasında ‘ en önemli konular bunlar ‘ algısı oluşuyor ve çocuk estetik konulara haddinden fazla kafa yoruyor.

Ya da gençler kafasında ‘ ideal erkek veya kadın böyle olur ‘ diye bir dizi kalıbı oturtuyor ve ‘ Bu benim için doğru tip mi?’ diye düşünmeden, karşı cins arayışına giriyor, hatta evlilikte çiftler arası beklentiler bile farklılaşıyor. Yani ailedeki önemlilik kavramı değişiyor. Ahlaki değerler yerine fiziksel görünüm, zenginlik ve güçlü olmak gibi faktörler öne çıkıyor.

EN ÇOK ELEŞTİRİLEN DİZİLER EN ÇOK SEYREDİLİYOR

Söz konusu norm değişimi en çok, arzu nesnelerinin kullanımıyla mümkün hale geliyor. Arzu nesnelerin başında cinsellik, zenginlik, imaj geliyor. Bu unsurların kullanılmadığı dizi neredeyse yok. Onlara alternatif olarak üretilenler ise kalite açısından tatmin edici değil. Nevzat Tarhan, tanıdığı sakallı birinin ekranda hoşlanmadığı bir şey gördüğünde elini sakalına götürüp “Estağfurullah” dediğini; ama izlemeye devam ettiğini anlatıyor.

Zaten Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)’ nun yaptırdığı Kadınların Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması’nda en çok şikâyet edilen dizi ve izdivaç programlarının programlarının yine en fazla seyredilenler olduğu görülüyor. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ramazan Özcankaya, bu duruma yol açan sebebi ‘muhalif-i iltizam’ diye tanımlıyor: “İnsan içinde neye zıt ise onun arkasından gider. Esasında imreniyordur içinden, ona muhalefet eder. Dizideki bir karakterden nefret eder; ama onu seyreder ve onun gibi davranmaya başlar. Bunun psikolojideki orijinal ifadesi reaksiyon formasyondur.”

Nevzat Tarhan, toplum nezdinde normallerin yer değiştirme sürecinde en etkili yöntemlerden birini “Biz geriyiz, adam olamayız. Batı ileri, modern yaşam, üstün medeniyet gibi önermelerle toplumun özgüvenini kırmak ’’ kabul ediliyor. Özgüven kırıldıktan sonra “Bu güzel” deyip bir şey propaganda ediliyor ve taklit edilmesi sağlanıyor. Özcankaya’ ya göre de sanata uzunca bir süre redd-i miras algısıyla bakıldığı için ona dair her  şey Batı kaynaklı oluyor ve dolayısıyla halkın değerlerini yansıtmıyor: “Maalesef, Türkiye’de sanat âleminden ve sanal âlemden ekmeğini yiyenler, orada çalışanlar genel olarak Batı düşüncesinde, sanatla ilgili her şeyi Batı’dan almış, kendi kültürümüzü özümseyememiş insanlar. Kabul edelim ya da etmeyelim, istediğimiz kadar zorlayalım biz kültürel olarak tam bir Batılı olamayız, olmamalıyız da. Modernite olarak Batı’yı örnek almamız gerekiyor, ahlak ve folklorik değerler olarak değil.” Seyircinin ilgisini daha çok çekme bahanesiyle yapımcılar ‘aile dizisi’ formatında sundukları dizilerde bile alışılan Türk ailesi portresinden çok uzakta bir resim çiziyor.

Çünkü normal ve alışılmış insan tipinin reyting alabileceğine ihtimal verilmiyor. Böylece aldatma, ihanet, entrika üçgeninde şekillenen dizilerde ne baba ne de anne ve çocuk bildiğimiz tiplerden teşekkül ediyor.

En geleneksel, Doğulu buram buram töre kokan aile dizilerinde bile bir şekilde insanlar istenen format idealine dönüşüveriyor. Dizi tarihimizde bize ygun aile ve mahalle kavramını ele alan Perihan Abla, Bizimkiler, Ekmek teknesi, Yol Arkadaşım gibi yapımların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Sema Karabıyık bu durumu ‘normalin alıcısı yoktur’ anlayışına bağlıyor: “Normali anlatmayı beceremediğimizi itiraf etmek yerine kolaycılığa kaçıyoruz. Entrika ve dramda derinlik yoktur.

Peş peşe olayları sıraladığınızda hedefe ulaşır ilgiyi çekersiniz.” Karabıyık’a göre, normali anlatmak zordur. Çünkü asıl olan olayı değil durumu anlatmaktır ve dolayısıyla derinleşmek, psikolojiyi yakalamak gerekir: “Peş peşe olay akışını seyrederken kişi çok az rastlar kendine; hâlbuki iyi anlatılmış, analiz edilmiş, psikolojisi yakalanmış durumlarda çok rastlar. Ve aslında çok rastlamak istemeyiz kendimize, kendimizle yüzleşmek istemeyiz.”

Nevzat Tahran’ın profesyonel olarak hayal üretip bunu pazarladığını düşündüğü diziler, hayalî kimliklerden oluşsa da pompalanan hayat tarzı insanların etkileşim süreciyle gerçek bedenlerde vücut buluyor. Sema Karabıyık’ ın ifadesiyle üretilmiş hayatlar, gerçeğin yerine geçmeye başlıyor. TV karşısında aynı şeylere muhatap kalan seyirci, zamanla seyrettiği şeye dönüşüyor. Böylece önceleri kınadığı, garipsediği pek çok şeyi artık olağan kabul ediyor, âdeta anormalleri normallerle kalıcı biçimde yer değiştiriyor.

”Dizi denen kurmaca gerçeklik neden insanları bu kadar etkiliyor?” sorumuza Tahran’ın verdiği cevap, ‘ soyut hedef eksikliği’ yani ‘amaçsızlık’ oluyor. Şayet kişinin kendi geleceği veya toplum için yüksek idealleri varsa dizilerdeki yüzeysel amaç tuzaklarına düşmesi pek mümkün olmuyor. Zira dizilerde toplumsal amaç neredeyse hiç yok. Bu sebeple Tahran, darbe ve soğuk savaş etkisiyle iyice depolitize olan 90 sonrası kuşağın diziler söz konusu olduğunda daha çok risk altında olduğunu vurguluyor. RTÜK’ün 21 ilde 2 bin 523 kadın üzerinde gerçekleştirdiği araştırmada kadınların dizilerden daha çok etkilendikleri görülüyor. Araştırmaya göre kadınların yüzde 60’ ı günde 2-5 saat TV izliyor. En çok TV izlenen saatler dizilerin yayında olduğu 18.00-24.00 arası. Asıl dikkat çekici husus, hem hafta içi hem de hafta sonu günde 10 saat üzerinde TV seyreden kadınların oranının yüzde 10’ u bulması. Araştırmanın güvenirlik düzeyinin yüzde 95 olması, bu konuda acil bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyor.

Tam bu noktada Nevzat Tarhan, televizyonun da aynen uyuşturucu maddeler gibi bağımlılık yapabildiğini hatırlatıyor. ‘ Sanal bağımlılık ‘ olarak nitelenen bu türde bir ödül arayışı içerisine giriyor ve negatif duygularını gidermek, kendini rahatlatmak, egosunu tatmin etmek, bir rolün yerine kendisini koyup öç almak için dizi seyrediyor. Madde bağımlılığında olduğu gibi ödül-ceza sistemi ile kısa vadede geçici bir zevk alan izleyici uzun vadedeki zararları düşünemez hâle geliyor: “Madde kullanımında artmış doz, azalmış yan etki vardır. Doz artar, günlük seyretme saati artar ama aynı zevki alamaz, devamlı arayış içerisindedir. Buradaki bağımlılık TV bağımlılığı değil, ortamın sunduğu ürünlere olan bağımlılıktır.” Tahran, kadının romantik diziye bağımlılığı ile aynı gol pozisyonlarını on defa izleyip zevk alan erkeğin futbol programlarına bağımlılığını birbirinden ayırmıyor.

Sanal bağımlılığın en önemli belirtileri günlük aktiviteleri bozulacak kadar bağımlı olunan şeye zaman harcamak ve zararını bile bile kullanmaya devam etmek. Kişi eğer hayatındaki daha öncelikli konulardan uzaklaşıyor, hatta önemli ve önemsiz konuların yeri karışıyorsa durup düşünmek gerekiyor. Zira bir insanın önem hiyerarşisinin bozulması hayat kalitesinin tehlikeye girmesi anlamına geliyor. Sema Karabıyık, aslında rahatlama bahanesiyle seyredilen pek çok dizinin içerdiği dramatik öğeler sebebiyle insanları nasıl eğlendirdiğini anlamanın zor olduğunu düşünüyor. Ama Nevzat Tahran, ağlama, öfkelenme gibi durumların kişiyi günlük sorunlardan koparması, aynı zamanda merak ve hayret uyandırması sebebiyle rahatlatıcı yönü olduğunu ifade ediyor.

Zaten sinema kültürü adına hüzünlü melodramalarla dolu Yeşilçam geleneğinin genleriyle yetişen Türk izleyicisi dizilerde de modern dram seyretmekten memnun görünüyor.

Tahran, dizi ve sinemanın ana vatanı Hollywood’un Kaliforniya’da olması sebebiyle psikolojide Kaliforniya Sendromu olarak bilinen bir tanımlamadan söz ediliyor. Kaliforniya Sendromu’nun, hedonizm (zevkçilik), egosentrizm (bencillik), yalnızlık ve mutsuzluk gibi belirtileri var. Yani özetle kişi zevk almaya odaklı bir hayat istiyor ve eğlenmezse kendisini kötü hissediyor.

Bencilliği bireysellikle karıştırıyor ve fedakârlık duygusu törpüleniyor. Buna modern insanın yalnızlık ve bir türlü mutlu olmama faktörü eklenince sendrom ortaya çıkıyor.
Sanal bağımlılığın  tedavisinde kişide zarar algısının oluşturulması lazım. İzlenen şeyi analiz edip uzun vadeli okunmasının yapılması hatalı ödül algısını değiştiriyor. Bağımlılığın önlenmesi için daha okul döneminde gençleri hazırlamak, onlara orta ve uzun vadede düşünme alışkanlığı ve sonuç bilinci kazandırmak gerekiyor.

TOPLUMSAL FAYDA VE BİREYSEL FAYDA SIRALAMASI ÖNEMLİ

TV yayınlarının gerek toplum gerekse birey psikolojisinde oluşturabileceği riskleri önlemek adına denetim şart. İşe öncelikle dizi yapımcı ve yayıncısının öz denetimi kabul etmesiyle başlamak gerekiyor. Nasıl dizide gerçekliği yakalama adına hukuk, sağlık, psikoloji, tarih alanlarında çeşitli danışmanlarla çalışılıyorsa, aynı şekilde senaryodaki cümlelerin seyircide oluşturacağı etkilerin uzmanlarca ele alınıp üreticilerin uyarlaması gerekiyor. Aksi takdirde Nevzat Tahran’ın hatırlattığı gibi iletişim fakültelerinde öğretilen “Toplumsal fayda, bireysel faydadan öncedir.” mantığı işlenmemiş oluyor. Ama maalesef ülkemizde bu ön ve öz denetim süreci pek işlemiyor. Hatta Karabıyık bu durumu “Hukuk yok, emniyet güçleri yok ki, dizilerde pedagog, psikiyatr biraz lüks kaçar.” şeklinde değerlendiriyor.

Devlet mekanizmalarının da boş durması gerekiyor. Dizi ekrana çıktıktan sonra geri dönüş mümkün olmuyor, olsa da eleştiriler, tartışmalar reklam olarak dönüyor. Bu sebeple yayından sonra yasaklamak ya da uyarmak yerine, yayın formatının sadece teknik anlamda değil, içerik anlamında da hem toplum yapısına hem de Avrupa standartlarına uyan ortak bir düzleme oturtulması gerekiyor.

Yayancılık konusunda sınırsız bir özgürlük olmaması gerektiği noktasında Nevzat Tarhan ve Ramazan Özcanka’ ya hemfikir. Özcankaya’ ya göre TV ekranının karşısında seçme yetisi olmayan birçok toplumsal grup var. Dolayısıyla ‘her şeyi özgür bir anlayışla ekrana koy, karşıdaki ister seyretsin ister seyretmesin’ diye düşünülemez. Aksi taktirde şiddet ve cinselliğin sınırsız kullanımının önü açılır. Tarhan bu durumu bahçedeki ayrık otlarına benzetiyor: “Bir bahçede ayrık otu ve çiçek kendi kendine büyüsün derseniz olmaz. Ayrık otları kontrolsüz ve saldırgandır.

Danışmanlık sistemiyle dizilerde bir ölçüt, standart geliştirilmezse, düzenleyici bir fonksiyon olmazsa bu durumda ayrık otlarına özgürlük tanımış olursunuz. Nasıl kuş gribine özgürlük tanımıyoruz, bunlar da sosyal virüstür.” Özcankaya’ya göre, danışmanlık sistemi profesyonelleşir, yani senaryolar seyircide yol açacağı psikolojik etki göz önüne alınıp bir süzgeçten geçirilirse bir ön denetim yapılmış olur. Ama bu denetimin devletten bağımsız  kurullarca ve sansür mantığından farklı, siyasi yönlendirmeden uzak yapılması şart. Şimdilik herkes yeni RTÜK yasasını bekliyor; ama en önemlisi denetime kendimizden başlamamız gerekiyor.

 


Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:16 Şubat 2011

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.