Geçen yıl Avrupanın en eski üniversitesi olan Bologna  Üniversitesi'nde bir Doğa Bilimleri  Müzesini ziyaret ettim. Bu müzenin varlığı 'jeoloji'  sözcüğünü 1603'de ilk kez kullanan  Ulisse Aldrovandi'nin öncü  çalışmalarına dayanıyordu. Aldrovandi yetiştiği hümanizma ortamında şiir, hukuk,  mantık, felsefe, matematik ve tıp okumuştu. Hocalarından kitap bilgisini  'visus et tactus' yani görme ve dokunma ile bütünleştirmesi  gerekliliğini öğrenmişti.
Türkiye'de  son yüksek eğitim aşaması. bir bina yapıp içine akademik unvanı olan bir kaç  kişiyi koyarak üniversite açmak şeklinde oluyor.
Doğan Kuban
Avrupa'da  Rönesans'tan bu yana uygulamaya  dayalı doğaya dönük merak sanatçıları 17 yüzyılda gelişmeye başlayacak bilimsel  tavrın temellerini atan, örneğin perspektif'in bulunuşu gibi arayışlara götürmüştür.  Avrupa'da bilimin gelişmesinin  toplumsal ve entelektüel altyapısı bilim adamının geniş bir kültür ortamının  içinde aristokratik patronları, kurumları, entellektüel eğilimleri ve  gelenekleri içinde yetişmesini sağlamıştır. Türkiye'de bir doğa bilimleri müzesi yoktur. Çünkü bu alanda  toplum kültürünün ilgisi gelişmemiştir. 1950'den sonra bilim öncülüğü yapan devlet giderek yok  olmuştur. 
Türkiyede  son yüksek eğitim aşaması, bir bina yapıp içine akademik ünvanı olan bir kaç  kişiyi koyarak üniversite açmak şeklinde oluyor. Bazı yeni fakültelerde bir  doçent bile bulunmuyor. Kırsal toplumun yüzeysel külltür anlayışı ansiklopedik  bilgi salamurası yapmakla bilimi karıştırıyor. Değil bilim üretmek, bilimsel  okuma yazma bile gelişmiyor. Bilimsel okumuşluğu ortaokul seviyesinde olan  insanlar 1950 den bu yana Türkiyeyi idare ediyor. Dünyada da eğitim alanında  olumsuz gelişmeler oluyor. Cahil bir Müslüman dünyasında kendimizi ayrıcalıklı  hissettiğimiz için eğitimde battığımız çukurun bilincinde olamıyoruz.  
SOSYOLOGLAR İŞBAŞINA  
Türkiye'de  bilim ortamı olup olmadığına sosyologlar bir yanıt aramalı. Akademik unvan  kazanmak için alınan uluslararası 'citation'lar Türkiye'de bir bilim ortamının varlığına işaret etmiyor.  Bilimin gelişmesi sosyal ortamın paralel gelişmesini yansıtırsa ancak o zaman  bir bilim ortamından söz edilebilir. (Merton, 1967) T. Veblen Batı kültürünün  bilime ve sanata inancının sınırsız, sorgulanmıyan ve başka hiçbir etkinlik  alanı ile karşılaştırılamıyacak statüsünü vurgulamıştı.  
Bilim  ortamı kavramı bilimsel okumuşluk, bilimsel yayın, bilimsel düşüncenin halk  katına indirilmesi (vulgarisation) gibi olguları da içeriyor. İletişim çağından  önce bilim ortamı bilginin yayılmasına, bilim adamları arasındaki iletişim  ağına, bilimsel örgütlenmenin, kütüphanelerin ve bilime önem veren iktidar  sahiplerinin varlığına dayalı, sokaktaki insanlara pek ulaşmayan bir toplumsal  kurumlaşmaydı. 
Bilimin çok  önemli bir özelliği de ideolojik amaçlarla satın alınamamasıdır. 17.,18. ve 19  yüzyıllarda varlığın doğasını merak eden insanların, herhangi bir menfaat  karşılığı olmadan, bilgilenme arzuları, keşifler, üniversiteler, akademiler,  bilim adamlar arasındaki iletişimin gelişmesi Türkiyede bugün bile erişilmemiş  bir yoğunlukta idi. 
O zamandan  buyana koşullar çok değiştiği için, biçimsel ve sayısal olarak gelişmiş bir  öğretim örgütlenmesine karşın, Türk toplumunda bilime karşı ilgiyi o yoğunlukta  tekrar geliştirebileceğimizi söylemek zordur. Paraya tapan, yalan ve reklamla  beyni yıkanan, TV ve medyanın entelektüel kaliteyi daha da düşüren söylemiyle  yönünü şaşıran halk, otomobil, cep telefonu, beyaz ev eşyası, televizyon ve  bilgisayar merakı ile bilimsel düşünceye teğet geçiyor.  
AVRUPANIN ATILIMI  
Avrupa,  aristokrasi ve aydınlanmış bir burjuvazinin liderliğinde ve ekonomik bir gelişme  ortamında bilimsel atılımını yapmıştır. Türkiye kırsal kültür egemenliğinde, bir  ortaçağ din ideolojisini topluma empoze etmek isteyen güçlerin elinde, politik  olarak sıkıştırılmış, ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, fakir bir ülke olarak  bilimsel bir atılım yapma konumunda görünmüyor. Türkiye'de üniversitelere gelen öğrencilerin bilgi düzeyi,  üniversiteyi bitirenlerin bilgi düzeyi arasıra gazete sayfalarına yansıyan  başarı istatistikleriyle örtülemiyecek kadar kalitesizdir.  
Bilimsel  gelişmenin toplumun hangi tür yapılanmasına tekabül ettiğini söylemek zordur.  Fakat bugünkü yapılaşmanın bunun yanıtı olmadığını söylemek kolaydır. İslam  toplum 9-13 yüzyıllar arasında bilimsel düşüncede uygarlığın öncüsü durumuna  nasıl ulaşmıştı? Osmanlı toplumu Ortaçağ İslamının küçük bir fragmanı kadar  bilim üretmekte neden yaya kaldı? Bugün ilköğretim okullarında  Yunanistan'ın nerede olduğunu  bilmeyen çocuklar bile mezun oluyor. Bizim kuşağımızla karşılaştırınca ilk ve  ortaöğretimde akıl almaz bir gerileme var. Dev adımlarla artan öğrenci sayısı  karşısında bina yapmaktan öteye zor geçebilen bir Milli Eğitim Bakanlığı var.  Bilim karşısındaki tutumu ise neredeyse Osmanlı mollalarına taş çıkaracak.  
Kilisenin  engellemesine karşın Avrupa kendisini dünyaya egemen kılan bilimsel düşünceyi  geliştirmiştir. Bugün Türkiye'de kötü  bir politikanın tellallığını yapan sahte bilim tarihi denemeleri var.  1572'de yetmişiki yaşında  Türkiye'ye gelip iki yıl sonra ölen,  Uluğ Bey'in rasathanesinde yetişmiş  Ali Kuşçu, Osmanlı bilimadamları  arasında sayılıyor. 
Bu tür  garabetler dışında bilimi tek kişinin ürünü sayan yanlış düşünceler var.  Bilimsel gelişmeye toplum çapında bir düşünce örgütlenmesi olarak bakmadıkça  bilimin gelişmesi, hatta bilim tarihi yazmak bile olanaksızdır.  Pascal'ın babası çocuğunun eline 12  yaşında Öklid'in 'Elemanlar'ını vermeseydi, Pascal 14 yaşından başlayarak ünlü  matematiksel müzik kuramcısı Mersenne'in bilimsel toplantılarına gitmeseydi, büyük  matematikçi Fermat ile mektuplaşmasaydı belki sadece bir yazar olabilirdi.  
TOPLUM DESTEĞİ ŞART  
Bilim,  toplum güçlerince onaylanmadan gelişemez. Bu bilimin doğru ve gerekli olduğunun  toplumca kabulü olarak da yorumlanabilir. Bugün Avrupa ve Avrupa kökenli  toplumlarda, Çin'de,  Hindistan'da ve Doğu Asya ülkelerinde  bilimin değerinin tartışılması türünden bir toplumsal sorun yoktur. Tartışan  gruplar, kişiler her zaman olabilir. Ne var ki bizim ayak sürüyen anti-bilimsel  bir iktidarımız var. Bilimin dini, etnik, kültürel sınırları yoktur.  'Nakli ilimler' yani din bilgisi İslama özgüdür. Bilimi herhangi  bir ideoloji yönlendirdiği zaman bilim olmaktan çıktığını yakın tarih  sergiliyor. İslam dünyasının bilimsel, teknolojik, kültürel ve politiko-ekonomik  zavallılığı da gözler önünde. Molladan bilimadamı yetişmemiştir.  Bilimsel'in toplumda yankılanması  bilginin yayılması ile orantılı olduğu için matbaanın kabulüne üçyüz yıl geriden  başlayan Osmanlı toplumu cehaleti ile Avrupa tarafından horlanmış, yarı sömürge  durumuna düşmüş ve parçalanmıştır. 
Avrupa'nın  bilgi toplumu olarak gelişme ve örgütlenmesinin üç boyutu var: Birincisi 15.  yüzyıldan başlayarak sanatçıların entelektüel (akli) etkinlikleridir. Bu  Vitruvius'a uzanan bir hümanizma  açılımıdır. İkinci köken Doğa gözlemine dayanan ve akademilerde hayat bulan  deneysel bilim etkinliğidir. Üçüncü köken İslamın Gazali'den sonra yasakladığı felsefedir. Felsefe bazan  safsataya indirgense de soyut bir düşünce etkinliğini ayakta tutan entellektüel  mekanizmadır. Sanat ve felsefe eleştiri gerektiren etkinliklerdir. Eleştirisiz,  soyutlamasız, doğaya ilgisi çiçek koklamakla sınırlı bir ortamda kavramsal  düşünce gelişmemiştir. 
Bugünkü  bilimsel ortamın yüzeyselliği Osmanlı mirasının bu alandaki boşluğuna dayanıyor.  
 
KAYNAK: //www.cumhuriyet.com.tr/