YARATICI ZİHİNLER

Alice Flaherty'nin yazdıkları bir ders kitabından pek de farklı olmayabilirdi. Gelgelelim, kafasındakileri ansızın kâğıda dökmeye iten bir dürtüyle işe koyulan sinirbilim uzmanı, ruhsal bozukluk ve yaratıcılık konusuna öylesine farklı bir yaklaşım getirdi ki, yapıtlarıyla bir anda çeşitli ödüllerin sahibi oldu.

Aşağıda Flaherty, kendisini çılgınca yazmaya iten bu dürtünün ardında yatan farklı nedenleri irdeliyor...

Yazma dürtüm kabardığında yazı yazmak bana insanoğluna bağışlanan en görkemli yetiymiş gibi geliyor.  Yazılarımı bir bilim insanı gibi kaleme aldığımda, yazmak beynin bir ürünüymüş... gibi görünüyor.

Yaratıcılıktan yoksun olma, kişisel ölçekte, işgücünü tehlikeye atabilir. Dünya çapında ele alacak olursak da, yaratıcı çözümler bekleyen onca sorunu şöyle bir aklımızdan geçirmek bile durumun ciddiyetini açıkça ortaya koyabilir.

 

Yazma konusunda hep bir sorunum olmuştur. Ancak, yedi yıl önce, bir gün sanki benim için her şey ansızın değişiverdi. Tüm bu değişimler son derece önemliydi ve bunları kayda geçirmek zorundaydım. Bir gün kendimi sinirbilimci olarak çalıştığım binanın banyosunda yere çömelmiş, tuvalet kâğıdının üzerine bir şeyler karalarken buldum. Ansızın kafama üşüşenleri yazıya aktarmak için ofisime dönmeyi bekleyemezdim. Yere çömelip o anda elime geçirdiğim tuvalet kâğıdına yazmaya başladım. Kafamdakiler yoğunlaştıkça, hızımı alamayıp yazılar elime koluma da taşmaya başladı.

 

 

 

Yazı yazma konusunda yaşadığım değişim, ikizlerimin erken doğup ölmesinden on gün sonra meydana geldi. Bebeklerim miniciktiler ve bir tanesi ölmeden önce parmağıma sımsıkı sarılmıştı. Eli öylesine küçüktü ki, parmağımı bile güç bela kavrayabilmişti. Dokuz gün boyunca yüreğimin kan ağlaması son derece doğaldı. Onuncu gün, kafamda patlamaya hazır yüzlerce fikirle uyandım.

 

 

 

ACININ BÜYÜLÜ GÜCÜ

 

 

 

Bunları yazıya dökmek üzere kendimi çalışma odama kapatınca, ailem ve dostlarım bunalıma girdiğimi düşünüp kaygılanmışlardı. Ancak bunalım ve cinnet karmaşık biçimlerde karşımıza çıkabilir. Benim ruh durumumun, çektiğim acılara karşılık, manik bir yanı da vardı. Acımın dinmesini istemiyordum; acılarım sanki de bana düşlerimi gerçek kılacak büyülü bir güç vermekteydi. Bu duyguda acıyla güzelliği birbirinden ayırmak olanaksızdı.

 

 

 

Bu dönüşüm sürecinde her şey benim için bir anlam taşır oldu. Bu duygu yaşamıma renk kattığı kadar, acı da veriyordu. Her şey bir simgeye dönüşmüştü. Estetik bir deneyim miydi bu, yoksa deliriyor muydum?

 

 

 

Yazmak kimi zaman beni ailemden ve dostlarımdan uzaklaştıran bir illet gibiydi. Kimi zaman da bana sonsuz bir keyif ve güç veriyordu. Sanki esin perilerim kalemime yön veriyorlardı. Yazıya dökülenlerin büyük bir bölümü beş para etmezdi, ama bunlardan ayıkladıklarımla ödüller kazanan iki kitabım yayımlandı, üçüncüsü baskıda, dördüncüsünü yazmam için de bir burs verildi. Yaratıcılıkla ilgili alışılagelmemiş sorunlar yaşayan yazar ve sanatçılar bana gelip fikir danışmaya başladılar. Bu da, yaratıcılığın ardındaki biyolojik etmenleri incelediğim kapsamlı bir araştırmanın başlatılmasına neden oldu.

 

 

 

YİNELENEN YAZMA İSTEĞİ

 

 

 

Böylesine bir toplumsal destek insana her zaman mutluluk verir. Ne var ki, benim gibi garip eğilimleri olan biri için, yaptığım işe çılgınlar gibi sarılışımı ancak deli olmadığımı herkese duyurabilmemde bu desteğin önemli bir payı var. Aradan dört ay geçmişti ki, yazı yazma çılgınlığım geldiği gibi ansızın gidiverdi. Bir ay boyunca kolumu bile kaldırmakta epey zorlandım. Tıkanma dönemindeki bir yazardan çok, sanki yazarlıkla hiç ilgim yokmuş gibi bir duyguya kapıldım. Onca fırtınalı bir dönemin ardından bu durgunluk bana huzur vermişti. Oysa, yazmaya yeltendiğimde boğulacak gibi oluyordum.

 

 

 

İkizlerimin ölümünden bir yıl sonra, garip bir biçimde sancısız ve olaysız geçen bir doğumun ardından, yine prematüre ama son derece sağlıklı ikiz kızlarım dünyaya geldi. Doğumdan on gün sonra yazma çılgınlığım yine kabardı. Doktorum bu ruh durumumu dengeleyecek bir ilaç önerdi. İlki bir işe yaramadı. Ancak birkaç denemeden sonra yazı yazma konusundaki keskin iniş çıkışları dengelemenin bir yolunu bulduk. Neyse ki, bu yöntem yazma dürtümü tümden köreltmedi. Şimdilerde yazma coşkum mevsimsel bir seyir izleyerek yazları doruk noktasına ulaşıyor ve kışları uykuya geçiyor.

 

 

 

Yazma dürtüm kabardığında yazı yazmak bana insanoğluna bağışlanan en görkemli yetiymiş gibi geliyor. Yazılarımı bir bilim insanı gibi kaleme aldığımda, yazmak beynin bir ürünüymüş gibi görünüyor. Yaygın inanış öyle gerektirdiğinden, bilimsel yazılarımla tutkulu yazılarımı ayrı tutmaya çalışıyorum.

 

 

 

Ruhun katılmadığı yazı türü bilim insanının araştırması ardındaki gerçek güdüleri gizli tutsa da, bu tavır bana çok yapmacık geliyor. Yazma güdüsünü eşelemeye çalışıyorum, çünkü beynimdeki bu güdü insana azap çektiren ve ele alınıp çözüme ulaştırılması gereken bir duygu.

 

 

 

HER ŞEY BEYNİMDE

 

 

 

Sinirbilim uzmanı olduğumdan, içimde bulunduğum durumun bilim terminolojisindeki karşılığını hemen verebilirim: hipergrafi, ya da çılgınca yazma arzusu. Harvard Tıp Fakültesi sinirbilimcilerinden Norman Geschwind 'e göre, bu durum beynin temporal loblarındaki bir değişimden kaynaklanıyor. İki kulağın arasında kalan bu beyin bölgeleri konuşmanın kavranması ve duygulara anlam yüklenmesinden sorumlu olan bölgeler. Geschwind temporal lob epilepsisi tanısı konan kimi hastalarda ortak birtakım kişilik özelliklerine tanık oldu. Ünlü yazar Dostoyevski' nin bu özelliklerin tümüne sahip olmasından yola çıkılarak, söz konusu duruma tıpta Dostoyevski sendromu adı verildi.

 

 

 

Peki, temporal loblar yazınsal yaratıcılığın dışındaki yaratıcılığın da mı kaynağı? Ön temporal demans adı verilen bir tür bunama öyle olabileceğini ortaya koyuyor. Temporal lobu en çok zarar gören kişilerde hastalığın son evrelerine dek ruh durumundaki iniş çıkışların ve güçlü duygu patlamalarının bilişsel sorunlardan çok daha öne çıktığı görülüyor. Kaliforniya Üniversitesi sinirbilimcilerinden Bruce Miller daha önce sanatla hiç ilgileri olmayıp ansızın beste ya da resim yapmaya başlayan, ancak bu arada öteki tüm yetileri giderek yok olan bu kişilerle ilgili bir rapor yayımladı.

 

 

 

Söz konusu kişilerdeki bu ani yaratıcılık patlamalarında zarar görmeyen frontal lob da en az hasarlı temporal loblar denli etkili olabilir. Bunama belirtisi göstermeyen sağlıklı kişiler üzerinde yaptıkları bir araştırmada İsveçli Ingegard Carlsson ve arkadaşları yaratıcı olan deneklerde frontal loblardaki etkinliğin yaratıcı olmayanlara kıyasla çok daha fazla olduğunu ortaya koydular.

 

 

 

DEPRESYON VE YARATICILIK

 

 

 

Frontal ve temporal lob etkinliğini etkileyen başka bozukluklar da yaratıcılıkta önemli bir yer tutuyor. Manik depresif bozukluk bunların en başında geliyor. Manik durum, ya da daha ılımlı enerji patlamalarında yazma dürtüsünün epilepsiye kıyasla çok daha körüklendiği görülüyor.

 

 

 

Dahası, işlevsel beyin görüntüleme ve beyin elektrosu verileri de manik depresif hastalarda temporal lobun çok daha etkin olduğunu gözler önüne seriyor. Depresyon ile yaratıcılık arasında bir bağlantı olduğuna inanılsa da, bu bağlantı depresyonun genellikle hafif kızışma ya da ruh durumundaki çıkışlarla ilintili olmasından kaynaklanabilir. Elde edilen son kanıtlar depresyonun, yaratıcılıkta bir patlamadan çok, yazarın tıkanma dönemiyle yakından ilintili olduğunu gösteriyor. Depresyon iletişimde bir azalmayı, yaşamın ve sözcüklerin anlamını yitirdiği duygusunu da beraberinde getiriyor. Depresyonda olan ve yaratıcılıkta tıkanma yaşayan kişilerle frontal lobları zarar görenler arasında şaşırtıcı benzerliklere tanık olunuyor.

 

 

 

NORMAL İNSANLAR VE YARATICILIK

 

 

 

Bu koşutluklara eklenebilecek bir başka önemli unsur da, frontal lobdaki bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan söz yitimi (afazi) ile temporal lobdaki bozukluktan kaynaklanan afazi arasındaki farklılık.

 

 

 

Frontal lobdaki hasar genellikle Broca afazisi adıyla bilinen ve hastaların konuşma güçlüğü çekip bunun bilincinde oldukları bir duruma yol açıyor. Öte yandan, temporal lobun zarar görmesi Wernicke afazisi adıyla bilinen ve hastaların genellikle bilincinde olmadıkları bir duruma neden oluyor. Daha canlı ve hareketli olan bu kişiler boş konuşsalar bile, konuşmaları akıcı oluyor. Oysa, Broca afazisi tanısı konanlar genellikle bunalımlı, içlerine kapanık kişiler oluyorlar.

"Normal" insanlarda yaratıcılığın körüklenmesi yönünde bir yığın girişimde bulunuldu. Söz gelimi, meslektaşım Shelley Carson ve ben beynin günlerin kısaldığı kış mevsimine gösterdiği tepkinin dizginlenebileceği ve her sabah yarım saat boyunca gün ışığına çıkmak suretiyle yaratıcılığın arttırılabileceği görüşünü inceliyoruz.

Esin perilerini manyetik atımlar ya da ilaçlarla devinime geçirmeye çalışmak rahatsız edici bir durum. Ne var ki, standart eğitimsel ve davranışsal seçenekler de pek iç açıcı değil. Bunlar çok daha pahalı ve çok daha uzun erimli oldukları gibi, yaratıcılığı körüklemekten çok bilgi vermeye yarıyor. Yaratıcılığı körüklemeyi hedefleyen son girişimler insana çok yabancı ve ürkütücüymüş gibi gelseler de, yaratıcılık bir lüks değil, temel bir gereksinimdir. Yaratıcılıktan yoksun olma, kişisel ölçekte, işgücünü tehlikeye atabilir. Dünya çapında ele alacak olursak da, yaratıcı çözümler bekleyen onca sorunu şöyle bir aklımızdan geçirmek bile durumun ciddiyetini açıkça ortaya koyabilir.

 


Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:01 Ocak 2000

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.