

En 'meşhur' takıntı türü temizlik takıntılarıdır.  Herhalde hepimizin pislik korkusuyla yaşayan yakınlarımız vardır. Dakika başı  musluğa koşanlar, banyodan çıkmak bilmeyenler, tuvalet sonrası tahareti yarım  saat sürenler her okuyucunun sanıyorum aşinasıdır. Emile Zola muhibbi,  natüralizm sevdalısı büyük yazarımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın daktilosunu  eldivenle kullandığı; Boğaziçi mehtaplarını ölümsüzleştiren, İstanbul  aşıklarından Abdülhak Şinasi Hisar’ın uzlete çekildiği Gümüşsuyu’ndaki evinde  hayatını temiz kalmaya adadığı edebiyat çevrelerinde  anlatılır.
  
Bir başka ünlü ‘temiz’, Amerikalı film yapımcısı, sanayici, havacı Howard Hughes idi (hayatı bu satırları yazdığım sıralarda filme alınan Hughes’u Leonardo diCaprio canlandıracak, film 2004 sonbaharında gösterime girecek). Büyük serveti sayesinde, kendisini herkesten ve herşeyden tecrit ettiği bir hayat kurmuştu. Hazindir, kirlenme korkuları yüzünden, geçirdiği bir hastalığın tedavisini görememiş, bu yüzden hayatını kaybetmişti. 1905’te başlayan hayatı 1976’da sona erdiğinde uzun süredir yapayalnızdı. Kendisini hapsettiği otelde ölüsü bulunmuştu. Yüzü hastalık tesiriyle öylesine değişmişti ki, kimse kendisini tanıyamamış, kendisini teşhis edebilmek için parmak izleri alınmıştı. Her ceset kötüdür, ama Cehennem Melekleri (Hell’s Angels), Yaralı Yüz (Scarface), Kanun Dışı (The Outlaw) gibi filmlerin yapımcısı, arkasında 2 milyar dolar bırakan bu adamın cesedi gıdasızlıktan, susuzluktan kurumuş, eğri büğrü bir hal almıştı.
Temizlik takıntıları olan kişiler ellerini iyi yıkayıp  yıkamadıklarını, kirli bir şeye (her türlü eşya, hayvan, metal, yiyecek, yağ,  cam kırığı, yün, kumaş, mürekkep, gazete...) değip değmediklerini, elbiselerinde  bir leke olup olmadığını, en son kimle tokalaştıklarını, bir taraflarını bir  vücut salgısı (kan, idrar, dışkı, tükürük, ter...) bulaşıp bulaşmadığını düşünüp  dururlar. Kalkıp orasını burasını yıkamayanın bile kafası hiç rahat  değildir.
Elini Cebine Sokmayan Adam
Baer ve Jenike’nin naklettiği bir vaka  şudur:
  
  
Bazı kişilerde birden fazla takıntı  türü görülebilir. Veya bir takıntı düzelir, yerini başka bir takıntıya  bırakabilir. Tedaviye iyi cevap veren hastalarda ilaç kesildikten sonra hastalık  nüksedebilir. Bütün bunlara iyi bir örnek olması açısından, Osman’ın hikayesini  anlatmak istiyorum.
Osman 27  yaşındaydı, İstanbul’daki bir üniversitenin   işletme fakültesini bitirmiş, yüksek lisansını tamamlamıştı. Bize ilk geldiği  sırada İstanbul’da yedek subay olarak askerliğini yapıyordu. Ailesi  Erzincanlıydı ama İzmit’te oturuyorlardı. Takıntı hastası olduğu, odamdaki  sehpada cep telefonuna yer beğenmemesinden belliydi. Telefonu bir oraya  koyuyor,bir buraya koyuyordu;  oradan alıp şuraya, şuradan buraya yerini  değiştirip duruyordu.
Umumi tuvaletler de Osman’ın huzursuzluğunu ayyuka çıkaran yerlerdi. Umumi tuvaletten Osman’a meni bulaşabilir, Osman annesini elleyince, annesi umumi tuvaletten taşınan meniyle hamile kalabilirdi. Hafta sonları kirli çamaşırlarını, havlularını yıkatmak için İzmit’e götürüyordu. Ama yedi saat geçmeden kirlilerini kimseye elletmiyordu. Gözü saatte sperm hücrelerinin ömrünü tamamlamasını bekliyordu. Çamaşırları, İstanbul’daki evinden çıktıktan yedi saat sonra yıkanabiliyordu. Sürekli ellerini yıkıyor, bununla da yetinmeyip dokunduğu yerleri de yıkıyordu. Dokunduğu her yer annesinin felaketi olabilirdi. Zamanla terliğini ve havlusunu atmaya başladı. Kirlenen havlusu yıkanmıyor, çöp tenekesini boyluyordu.
Ardından, evdeki insanlara her türlü hastalığı bulaştırma korkusu başladı Osman’da. Öyle ya, umumi tuvaletlerde, konuştuğu, tokalaştığı insanlarda, sinemalarda, kahvelerde sadece meni değil bin türlü hastalık vardı. Bu defa 17 yaşında olduğu gibi kan değil, özellikle sümük ve tükürük bulamasından korkuyordu. Osman’a göre, belki de meniye kıvam ve renk açısından daha yakın olduğu için sümük ve tükürük korkusu almıştı kan korkusunun yerini. Üstelik kan her yerde yoktu, ama sümük ve tükürük her yerde vardı. Yüzünü, yanaklarını, burnunu elleyen yüzlerce insanla el sıkışmak, küçücük hücresini öksürürken saçtığı tükürük zerrecikleriyle dolduran biletçilerden bilet almak, milyonlarca insanın ellediği kapı kollarını ellemek zorunda kalıyordu. Eskiden yerde para arar gibi kan lekesi ararken, şimdi kağıt mendil aramaya başlamıştı. Kağıt mendil sümük demekti, kesinlikle kağıt mendile basmamalıydı.
Daha önce psikiyatristlere gitmiş, verilen ilaçlarla  takıntıları düzelmiş, ama sonra yeniden başlamıştı. Psikiyatriye inancı  zayıflamıştı. Hastalığı düzeliyor, ilaçları kesince tekrarlıyordu. Psikiyatri  doktoruna gitmedi Osman.
Takıntıları daha da yaygınlaştı. Evdeki insanlara  ‘hastalık bulaştırma’ korkusu, aile fertlerine ‘zarar verme’ korkusuna dönüştü.  Elektrikli cihazları ne zaman kullansa, ‘Benden sonra kullanan zarar görür mü?’  endişesi beynini yakıyordu. Saç kurutma makinesi, tost makinesi, radyo,  televizyon... Aklınıza ne gelirse kullandıktan sonra, başkasına zarar vermemek  için defalarca kontrol ediyordu. Kendisinin bozduğu bir alet yüzünden aileden  birinin yaralandığını, sakat kaldığını, öldüğünü düşünüyor, muazzam bir suçluluk  duygusuna kapılıyordu. Ailenin arabasını kullanırken ne zaman bir çukura girse,  ‘Benden sonra arabayı ağabeyim kullanır da kaza yaparsa,’ vehminden  kurtulamıyordu.
Herhangi bir tedai görmeden askere gidince, takıntıları  yoğunlaştı ve bize başvurdu.
Çeşme Başında  Boşanan Hıçkırıklar
Aile bağları oldukça kuvvetliydi. Anne ve baba  çocuklarını, kardeşler birbirlerini seviyorlardı. Çocuklarına müşfik davranan,  anlayışlı, güler yüzlü bir anneleri vardı. Babaları Rıfat, evlatlarıyla son  derece ilgili, onların her şeyini düşünen bir adamdı. Çocuklarından biri  öksürse, Rıfat’ın gözüne sabaha kadar uyku girmiyordu. Öylesine aşırı şefkatli  bir adamdı ki, davranışları farkında olmadan baskıya dönüşmüştü. Çocuklara asla  kötü davranmıyordu, hep tatlı dilliydi, çocukların isteklerini anlayışa  karşılıyor, mümkün olduğu kadar yerine getirmeye çalışıyordu. Kesinlikle ‘Kız  kısmı gezmez, evde oturacaksın, annene yardım edeceksin,’ yaklaşımı  sergilemiyordu. Kızları olsun, oğlu olsun, çok mantıksız değilse istedikleri  izni koparabiliyorlardı Rıfat’tan. Fakat 25 yaşındaki büyük kızının bile ne  kadar yemek yediğine dikkat ediyor, 
-‘Kızım az yedin, sebze yemedin, çikolatayı fazla  kaçırdın, hadi şu tavuktan da ye,’ türü nasihatlerle çocuklara lokmalarını  yutarken bile gözetlendikleri hissini uyandırıyordu. Hatta sofraya oturur  oturmaz, daha kaşıklar ele alınmadan müdahaleler  başlıyordu:
-‘Oğlum eti iyice çiğnemeden yutma, Burcu senin yüzün  biraz solgun, ıspanağı bol ye, hanım çorbayı fazla ısıtma çocukların dişlerine  zararlı, kızım dur bakayım senin pilavında taş mı var  yoksa...’
Müdahaleler elbette sofrayla sınırlı kalmıyordu. Her şey  Rıfat’ın ilgi alanındaydı. Eşinin, oğlunun ve kızlarının yapacağı her şeyi Rıfat  önceden düşünüyor ve söylüyordu:
-‘Oğlum çantanı hazırladın mı? Aman kitaplarından birini  unutma. Getir bakayım ders programını yarın ne dersleri varmış? Ayakkabıların  biraz tozlanmış galiba, boyamadan okula gitme. Matematik, edebiyat, tarih... Dur  getir çantanı ben hazırlayayım, unutursun şimdi. Burcu sen bugün erken yat  canım, çok yoruluyorsun. Uykun mu yok? Yatarsan uykun gelir güzel kızım. Yarın  hava soğuk olacakmış, siyah çizmelerini giy. Hanım dur, öyle yer mi silinir,  belin çıkacak...’
Evde son derece  iyi niyetli, ama hiç susmayan, her şeye  karışan bir adam vardı. Burcu, bu sevgi dolu aile ortamında, ama müdahaleci bir  babanın kanatları altında büyüdü.
Çok ayrıntıcı, her şeyi uzun uzun ve inceden inceye  düşünen bir insandı Burcu. Bu yüzden insanlara karşı gayet zarifti. Herkese iyi  davranırdı. Ağzından çıkacak söze çok dikkat eder, kimseyi kırmamaya çalışırdı.  Aşırı derece dürüsttü. Hatta ahlaki konularda katıydı. Hiçbir canlıya en küçük  bir haksızlık yapmamaya çalışırdı. Kuşlara yem atar, ağaçtan yaprak koparmaz,  yerlere çöp atmazdı. Otobüste giderken aksırsa, yolculara hastalık bulaştıracak  olmanın vicdan azabını yaşardı. Dini inançları kuvvetliydi. Namaz kılar, oruç  tutardı.
Çok teferruatçıydı. Teferruatçılığı, kılık kıyafetinden  bile ilk bakışta belli olurdu. Son derece şık giyinirdi. Gömleğinin düğmesinden  ayakkabısının tokasına kadar her giydiği büyük bir uyum içindeydi. Saçına,  makyajına büyük özen gösterirdi. Kaşlarını aldırsa, iki kaşı arasındaki  milimetrik bir asimetri, huzurunu kaçırırdı. Geceleri uykuya dalmadan önce baş  parmağıyla diğer tırnaklarının keskin tarafını muayene eder, tırnaklarında küçük  bir çıkıntı hissederse yataktan kalkar tırnak  törpülerdi.
Bize geldiğinde 13 yıllık öğrenciydi, ama hayatında bir  kere bile okul tuvaletine girmemişti. Ömrü boyunca sadece birkaç kere umumi  helaya girmek mecburiyetinde kalmış, bunu da büyük bir iğrenme hissiyle  yapmıştı. Her yerde yemek yiyemezdi. Misafir olduğu bir evin sahibini yeterince  titiz bulmadıysa, mutfağı Burcu’ya göre kafi miktarda temiz değilse, sofraya  oturmaktan kaçınırdı. Ev sahipleri ısrar ederse, yalandan nefret ettiği halde,  yalan söylerdi. Açlıktan karnı zil çalsa bile, 
-‘Tokum, biraz evvel yedim, boğazım ağrıyor, dana eti  alerji yapıyor...’ türünden bahaneler uydururdu yemekten imtina maksadıyla. Eğer  mutlaka yemek zorunda bırakılırsa, büyük zorlukla katlanırdı buna. Kaşığı tabağa  sallar, ama fazla doldurmaz ve ağır hareket ederdi. Ev sahipleri de hakikaten  tok veya iştahsız olduğunu kabule mecbur  kalırlardı.
Burcu’nun özellikle uzak durduğu gıdalar, açıkta  duranlardı. Üstü sıkı sıkı örtülmemiş  yemekler tozlanabilirdi, her türlü kirin  bulaşmasına açıktı. Sürahinin her tarafı iyice kapalı olmalıydı. İğrendiği bir  canlı türü sineklerdi. Bir yere girdiği zaman sinek olup olmadığını tetkik eder,  sineklerin nerelere konabileceğini, hangi deliklere nüfuz edebileceğini  hesaplardı. Lokantaya pek gitmez, gittiği zaman da  bardak kullanmaz, suyu pet  şişeden içerdi. Masadaki çatal bıçağı, çantasından çıkardığı kağıt mendille  silerdi. 
Cisimlerin yamuk durmasından aşırı rahatsız olurdu.  Gazetenin katlanıp rasgele bırakılmasına kızardı. Okunmuş gazeteleri alır, çok  düzgün biçimde katlar, sayfa kenarlarının dışarı taşmamasına özen gösterir,  bayideki haline getirip öyle sehpaya bırakırdı. Sehpada da rasgele durmamalıydı  gazete. Nasıl danteller, kül tablaları, şekerlikler sehpayı tam ortalıyorsa,  gazete de belli bir konumda bulunmalıydı. Perdenin kıvrımlarında bir milimetre  dahi potluk olmamalıydı. Sık sık perdeleri kontrol eder, potlukları düzeltir,  kapatıp açar, olmazsa yeniden kapatıp açardı. Raflarda bardaklar aynı hizada  bulunmalıydı. Sık sık raf düzeltirdi. Bardaklar  altlarındaki peçeteleri  ortalamalı, peçeteler de aynı hizada  bulunmalıydı.
Bize gelmeden iki sene evvel tatsız bir olay yaşamıştı.  Eski mahallelerinde oturan, vaktiyle çok sevdiği ama uzun süredir görüşmedikleri  bir kızın, öldüğünü öğrenmişti. Ölüm haberini alma şekli feciydi. Koltuğuna  gömülmüş televizyon seyrederken, spiker Haliç Köprüsü’nün o gün acı bir trafik  kazasına sahne olduğunu, iki kişinin hayatını kaybettiğini söylemişti. Burcu,  arkadaşının adını duyar duymaz, yıllardır görüşmediği halde, olumsuz ihtimalleri  fazla düşünen kafa yapısının etkisiyle, büyük bir heyecana kapılmıştı. Evet,  ölen arkadaşıydı. Koltuğunda donakaldı, ekrandan geçen kaza görüntülerini  seyretti. Arkadaşı, neredeyse kafası kopmuş halde cansız  yatıyordu.
Bu olayın ardından takıntıları arttı Burcu’nun. Su  içmeden önce bardağı defalarca çalkalıyordu. Yine de bardağın temizlendiğinden  emin olamıyordu. Çay demlemeden önce demliği yıkayıp  suyu lavaboya boşaltıyor,  aklına da şu şüphe takılıyordu:
-‘Lavabodan sıçrayan su damlaları demliğin içine  girerse...’
Demliği tekrar çalkalıyordu bunun üzerine. Ama  takıntıdan kurtulamıyordu:
-‘Lavabonun şurasına bir damla sıçradı, o da demliğin  şurasına sıçradı, lavabo pis, demlik de  kirlendi.’
Demlik çalkalamaların bir türlü sonu gelmiyordu. Bulaşık  yıkaması da çok uzun sürüyordu. Yıka, çalkala, yıka, çalkala, bir kısır döngüdür  gidiyordu.
Eşyalarını evde annesi dışında kimseye elletmiyordu.  Kitapları, çantası, gömlekleri,  kazakları, pantolonları, çamaşırları, takıları  ancak annesinin elleriyle temas edebilirdi. Kardeşleri, babası ellerini bir  yerlere sürüp yıkamadan Burcu’ya ait şeyleri ellemek gafletinde  bulunabiliyorlardı. Halbuki annesi Burcu’nun takıntılarına ‘saygı’ gösteriyordu.  Temizlenmeden Burcu’nun hiçbir şeyini  ellemiyordu.
Hele çatal, bıçak, kaşık ve tabaklarını annesine bile  elletmiyordu. Sofra hazırlanırken Burcu’ya ait yemek takımlarını mutlaka Burcu  taşıyordu. Herkes ortadaki salata tabağına çatal sallarken Burcu kendi önündeki  küçük salata tabağından yiyordu. Şekerliği bile ayrıydı. Kapağı her zaman sıkı  sıkı kapanan özel şekerliğinden evde hiç kimse çayına şeker atamıyordu. İyi  yıkanmamış eller korkulu rüyasıydı.
Derken aptes almalarının sonu gelmez oldu. Ağzına üç  kere su alıyor, hemen ardından kendi kendine  soruyordu:
-‘Acaba gerçekten üç kere mi ağzıma su aldım, iki kere  mi?’
Üç kere daha su alıyordu ağzına almasına da, şüphesi  yatışmıyordu:
-‘Acaba üç mü oldu, iki  mi?’
Ağzına belki 30 kere su aldıktan sonra burnuna geçiyor,  aynı ‘üç mü iki mi’ tereddütleri bu defa burunda yaşanıyordu. Yüz, sağ kol, sol  kol... Sular akıyor, uzuvlar yıkanıyor, tereddütler bitmiyordu. Kulak, ense ve  baş bölgelerinde rahattı, çünkü bu bölgelerin birer kere yıkanması yeterliydi.  Adeta ancak bire kadar sayabilen, akli melekelerini yitirmiş biriydi. Üçe kadar  sayması gerektiğinde, altından kalkılamayacak kadar  karmaşık bir hesap yapmış  da sonuçtan emin değilmiş gibi oluyordu.
Üçer defa yıkanması gereken azaları otuzar kırkar defa  yıkadığı gibi, aptes bittikten sonra sonuçtan tatmin olmayıp yeniden aptes  almaya başladı zamanla. Her aptes tekrarında üç mü iki mi tereddütleri de  yineleniyordu tabii. Yarım saat süren bir aptesi, yarım saat süren bir aptes  daha takip ediyordu.
Buna bir çare buldu: Aileden birini, aptes alırken  başına dikiyordu. O kişi de genellikle annesi oluyordu.  Annesi:
-‘Tamam Burcu, üç oldu,’ deyince, yine de içine  sinmemekle birlikte, aptesini kısa sürede bitirebiliyordu. Ama bu defa aptes  alabilmek için başkalarına bağımlı hale  gelmişti.
Ellerini 3, 5, 7 veya dokuz kere yıkıyordu. Yani tek  sayılar kadar. Giderek el yıkama sayısı artmaya başladı. Genellikle 21 kere,  23  kere veya daha fazla el yıkıyordu. Lavabodan 20 dakikadan önce çıkamıyordu. Bir  yandan da lavabodan çıkamadığı için ağlıyordu. Ağlaya ağlaya parmak aralarını,  el sırtlarını, bileklerini sabunluyordu. Banyonun önünde kuyruklar oluşuyordu.  Lavabodan çıkar çıkmaz akıl almaz şüphe beyninde  parlıyordu:
-‘Galiba ellerimi  yıkamadım.’
Evet, ellerini yıkadığını biliyordu, çok iyi biliyordu,  ama adeta kısa süreli bir hafıza kaybı yaşıyordu. Daha banyodan dışarı adımını  attığı anda, yeniden banyoya dönüp sabuna sarılma ihtiyacı hissediyordu. Ama  tekrar banyoya girerse yine çıkamayacaktı. Yirmi dakika, yarım saat daha sabunla  ve suyla boğuşurken heba olacak, elleri kızaracak, şişecekti. Banyonun önünde  öyle dakikalarca  duruyordu:
-‘İçeri girsem mi girmesem  mi?’
Kalp atışları hızlanıyordu. Büyük bir tedirginlik,  huzursuzluk duyuyordu. Banyoya girse geçici bir süre huzursuzluğu azalacak, kalp  çarpıntısı geçecek, ama kısır döngü yeniden  başlayacaktı.
El yıkarken aklına kötü bir şey geldiyse mutlaka yeniden  el yıkamak zorundaydı. Evin bir odasından başka bir odasına girerken aklına kötü  bir şey geldiyse çıkıp yeniden girmek zorundaydı. Bulaşık sırasında bir kapı  çalkalarken aklına kötü bir şey geldiyse yeniden çalkalamak zorundaydı.  Çamaşırını, gömleğini, pantolonunu, eteğini giyerken aklına kötü bir şey  geldiyse çıkarıp yeniden giymek zorundaydı. Sevdiklerinin başına bir şey  geldiğini, sınavda başarısız olduğunu, küçük de olsa bir günah işlediğini,  babasının işsiz kaldığını düşünürse o sırada yapmakta olduğu fiili kesinlikle  tekrarlamalıydı. Ta ki o fikri kafasından atana kadar.  Evde bir kapının  eşiğinde durup onlarca kere ileri geri adım atan biri!  
Giderek giyinmelerinin de sonu gelmez oldu. Kazak giy,  aklına kötü bir fikir geldi, çıkar baştan giy, olmadı baştan giy. Pantolonu  bacaklardan geçirip fermuarını da çek, kardeşin şehir dışındaysa ve hava da  yağmurlu olup kazaya müsaitse, aç fermuarı çıkar pantolonu giy pantolonu çek  fermuarı...
Çıkarıp baştan giyme takıntılarını yenebilse bile, öte  yandan  temizlik uğraşları giyinip evden çıkmasını son derece zorlaştırıyordu.  Üstüne giydiği her parçadan sonra banyoya koşup ellerini yıkıyordu. Gözüne far  sürüyor elini yıkıyor, kirpiğine rimel çekiyor elini yıkıyor, dudaklarını  rujluyor elini yıkıyor, saçına toka takıyor elini  yıkıyordu.
  
  Burcu  son derece dürüst, duyarlı, sevecen bir insan  olmasının yanı sıra zeki ve yetenekliydi de. Çok güzel resim yapardı. Daha  öğrenciyken çizdiği kıyafet tasarımları, piyasada rağbet görüyordu. Ama  takıntılar yoğunlaştıkça bırakın resim yapmayı, hobilere vakit ayırmayı,  temizlik dışında bir şeyi düşünemez olmuştu. Giderek kabiliyetlerinin  köreldiğini hissediyor, mutsuz oluyordu.
Bu çaresizlik içinde psikiyatri uzmanına başvurdu, ilaç  yazıldı, başka herhangi bir tedaviye ihtiyaç kalmadan, birkaç ay içinde  takıntılarından büyük ölçüde kurtuldu.
Ağzının İçini  Sabunla Yıkayan Genç
Gökhan, 28 yaşındaydı. Bekardı. Tarih mezunuydu, ama  takıntıları yüzünden çalışamaz haldeydi. Şikayetleri 18 yaşındayken başlamıştı.  Üniversite imtihanında başarılı olmuş Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı.  Hukuk okumakta pek hevesi olmadığı halde, o zamanki adıyla Öğrenci Seçme ve  Yerleştirme Sınavı gibi bir kabustan alnının akıyla çıkmanın rahatlığı içinde,  ailesinin ve çevresinin de desteğiyle, babasının görevli olduğu Tekirdağ’dan  ayrılmış, Ankara’ya yerleşerek üniversite hayatına  başlamıştı.
Başlangıçta her şey çok güzeldi. Kültürlü, entelektüel  bir gençti Gökhan. Okuyor, dünyada olan bitene kafa yoruyordu. Siyasete ilgisi  vardı. İdealistti. Ankara’da bir kızı sevdi, kız da Gökhan’ı  sevdi.  Mutlulukları fazla uzun sürmedi, tanıştıkları yıl ayrıldılar. Kız arkadaşının  ayrılık arifesindeki davranışları, Gökhan’ın kalbini çok kırmıştı.  
 Bu acılı ayrılıktan kısa bir süre sonra, Gökhan’da  temizlik takıntıları başladı. Çok iyi yıkandığı halde, bir türlü temizlendiğine  inanamıyordu. Üç saat banyoda kalıyor, çıkmak istiyor, ama içinden bir ses  ‘Temiz değilsin’ deyince suyun altından bir türlü ayrılamıyordu. El yıkaması  gerektiğinde en az 15-20 dakika musluk başında kalmak  zorundaydı.
Hukuk Fakültesi’ni sevemediği için, Ankara Gökhan’ın  gözünde artık çekiciliğini kaybettiği için, ailesine yakın olmak için, okulu  bıraktı, tekrar üniversite imtihanına girdi, İstanbul’da sevdiği bir bölüm olan  tarihi kazandı.
Takıntılarının belirgin biçimde azaldığı dönemler  olmakla birlikte, zaman zaman oldukça ağırlaşıyordu. Ev dışında her yere  dokunabiliyordu, ama eve gelip de ellerini yıkadıktan sonra kendi özel eşyaları  dışında hiçbir şeye elini süremiyordu. Şöyle  düşünüyordu:
-‘Dışarıda ne varsa kirli. Kapılar kirli, okuldaki  sıralar kirli, otobüslerdeki tutamak yerleri kirli, insanların elleri kirli...  Ama benim de ellerim kirli. Halbuki evime dönüp de ellerimi yıkayınca, bir daha  kirlenmeye tahammülüm yok.’
Kendi evlerindeki elektrik düğmelerine dokunamıyordu.  Teybi açıp müzik dinleyemiyordu. Kendine ait bir volkmen edinmişti, ona da  kimsenin el sürmesine izin vermiyordu. Sık sık bir tören havası içinde volkmenin  kulaklıklarını siliyordu. Özel eşyalarına aileden biri dokunduğu zaman öfkeden  deliye dönüyordu. Annesi bardakları ne kadar yıkarsa yıkasın temiz olduğuna emin  olamadığı için, plastik bardak kullanıyordu. Televizyonun uzaktan kumandasına  dokunması ise imkansızdı, çünkü herkes dokunuyordu ona. Televizyon seyredecek  olsa kumandanın üstüne bir kat kağıt (tuvalet kağıdı veya peçete) örtüyor, yine  dokunamıyor bir kat daha kağıt örtüyor, yine dokunamayıp 15 kat kağıtla artık  kumandayı kullanması iyice zorlaşınca kanal değiştirmek üzere annesini  çağırıyordu.
İdrar dışkı ihtiyacını gördükten sonra helanın  lavabosunda ellerini yıkıyor, bir kağıtla musluğu kapatıyor, evde sadece  kendisinin kullandığı başka bir muslukta  tekrar ellerini yıkıyordu. Umumi  tuvaletlere ise hiç giremiyor, yolda izde hacet gidermesi icap ettiğinde bir  ağaç veya duvar dibi arıyordu.
 Derken yemek yağlarından tiksinmeye başladı. Yağların   dişetlerine, dudaklarına, diline, ellerine yapışıp gitmeyeceğini düşünüyordu.  Özellikle de sıvı yağlar ve margarinler yapışkanlık hissi uyandırıyordu.  Yemekten sonra bir saat ellerini yıkıyordu. Yine de yağdan tiksinme duygusunu  yenemeyince, önce sıvıyağı ve margarini terk etti, tereyağlı yemeye başladı.  Fakat yemek ardından bir saat el yıkama süresi kısalmadı. Günün birinde yemekten  yağı tamamıyla kaldırdı. Sebzeleri suyla haşlayıp yiyordu. Etle bütün alakasını  kesti. Peynir, yoğurt gibi süt ürünlerini de yağ ihtiva ettiğinden dolayı  sofrasından kaldırdı.
Bir gün karşısında yemek yiyen insanların tükürük  sıçratabileceği, yağlı tükürüklerin üstüne başına sıçrayabileceği hissine  kapıldı. Artık aileyle masaya oturmuyor, hatta yemek yenen odada bile durmuyor,  yemek saatlerinde  köşe bucak kaçıyordu. Arkadaşlarıyla gezerken karınları  acıksa, birinin çıkıp da döner, köfte gibi şeyler yemesine var gücüyle engel  olmaya çalışıyordu. Seyahat sırasında babasının peynirli börek yemesini  istemiyordu. Yiyecekse sade börek yemeliydi.
Yağdan uzaklaşmak için verdiği savaş, Gökhan’ı bir türlü  rahatlatmıyor, tam tersine kıskıvrak bağlıyordu. Ağzının içini de sabunla  yıkamaya başladı. Suda haşlanmış sebzeden başka bir şey yemediği halde karnı  doyunca lavaboya koşup ağzını sabunlu suyla 15-20 dakika çalkalıyordu. Bu ağız  çalkalama da bir merasim ciddiyeti içinde, son derece kurallı olarak  uygulanıyordu. Önce sağ tarafa su verilip, kafa sağa ve öne doğru belli açıyla  eğiliyordu. Kafanın hangi açıyla sağa ve öne eğileceği belliydi. Suyun, ağzın  sağ tarafına en iyi şekilde yayılacağı açıydı bu. Ardından gerdan arkaya doğru  kırılarak suyun yeni alanlara ulaşması sağlanıyordu. Sonra ağzı sol tarafı  sulanıyor, baş bu defa sola ve öne, sola ve arkaya  eğiliyordu.
İnsanların ağızlarından çıkan tükürüklerin üstüne başına  sıçramasından duyduğu endişe giderek arttı. Öksürüp aksırana şiddetle tepki  veriyor, bağırıp çağırıyordu. Eskiden beri duşakabinde her gün uzun uzun  yıkanırdı. Babasının banyoda öksürdüğünü gördü. O günden sonra ne zaman banyoya  girse duşakabine dokunduğunu hissediyor, her tarafına tükürük bulaşmış duygusuna  kapılıyordu. 
Sokaklarda da tedirgindi. Minibüste otobüste otururken  arkasında birilerinin konuşmasından son derece rahatsız oluyordu. Yanlış  anlamayın, gürültü veya gevezelik değildi Gökhan’ı rahatsız eden. Ensesine  tükürük sıçrama ihtimaliydi. Toplu taşıma araçlarında mutlaka en arka koltukta  oturmak mecburiyetindeydi artık. Durakta minibüs bekliyor, arka koltuğu boş  olmayan minibüslere binmiyordu. 
Bir Pazar günü kahvede maç seyrediyordu. Futbol  meraklıları kahveyi doldurmuştu. Gökhan’ın arkasında oturan adam, ateşli bir  taraftar olacak ki, kaçan gollere hayıflandığını bağırarak ifade ediyordu.  Gökhan ensesine tükürük sıçradığı takıntısını yenemedi, maçı yarım bıraktı, eve  gidip yıkandı. Sonraki haftalarda, arkası duvara dayalı sandalyelerde maç  seyretti.
Yüzünde ıslaklık hissetmese bile, mikron boyutundaki  damlaların sıçrayabileceği düşüncesini bir türlü aklından atamıyordu. Bir yaz  ayında  tükürük sıçrama kaygıları ve yağdan tiksinme had safhaya ulaşmıştı.  Plajda köfte yiyen bir ihtiyar adam gördü. Şöyle  düşündü:
-‘İnsanlar köfte yiyip denize giriyorlar. Ben de denize  girince üzerime köftenin yağları bulaşabilir.’
Gökhan, denizle ve yüzmeyle alakasını da kesti.  Muslukların temizliğinden de şüphe eder oldu. Musluklarda suyun aktığı yeri uzun  uzun sabunluyordu. İnsanlarla yanak yanağa temas edip öpüşmeye katiyen tahammül  edemediğinden, çalışmayı düşünemiyordu bile. İşsizlik canına tak dediğinde,  kimseyle fazla yüz göz olmadan nasıl çalışma hayatını yürütebileceğinin  planlarını yapıyordu. 
Acısı o kadar büyüktü ki, ‘Ateist olduğum için herhalde  Allah beni cezalandırıyor,’ diye düşünüyordu.
Paylaş