Öğretmenimi Ararken

Mitat Enç, Doğan Çağlar ve "Himmeti insana hizmet olan " tüm öğretmenlere.

24 Kasım Öğretmenler Gününü Kutlarken
İbrahim Özdemir

Halk arasında “Tavuk körlüğü, gece körlüğü, tavukkarası” diye bilinen hastalığı duyardım. Ancak böyle bir hastayı hiç görmemiştim. Bu hastalığa yakalananlar veya doğuştan taşıyanlar geceleri veya ışıksız ortamlarda çok az görebiliyormuş. Çok ilerlerse kör olunabiliyormuş...
1992 yılında çok sevdiğim bir arkadaşımın oğlu Sait'te öyle oldu.
Hastalığın ilk safhasında hiç kimsenin ne bu hastalıkla ilgili; ne de Sait’i bekleyen gelecekle ilgili bir bilgisi yoktu.
Sait görme duyusunu yavaş yavaş kaybediyordu.
Dünyası yavaş yavaş kararırken ne kendisi ne de arkadaşları ve ne de ailesi olayın farkındaydı. Bu nedenle sık sık arkadaşları arasında alay konusu oluyordu. Kendisini tutamayanlar ise “Kör müsün?” diye azarlıyordu.
Hastalık ilerledikçe, önce ailesi, sonra kendisi durumu kabullenmek zorunda kaldı. Kabullenmesi hiç de kolay olmamıştı. Artık arkadaşlarıyla oynayamıyordu. Bunu açıkça da söylemek istemiyordu.
“Televizyon seyredeceğim. Canım oynamak istemiyor” diye bahanelere sığınıyordu.
Bir süre sonra okulu bıraktı; ilkokul dördüncü sınıftaki arkadaşlarına veda bile etmedi; edemedi. Anne-babası seferber olmuş; hastane hastane, doktor doktor koşturuyorlardı.
Kısa sürede onlar da gerçeği anlamaya ve kabullenmeye başladı:
“Yapacak bir şey yok”.
Çaresiz annenin saçları bir hafta içerisinde bembeyaz oldu.
Buna rağmen Sait’in babası Internet’i araştırıyor ve bir umut için her yolu deneniyordu. Alternatif Tıp umuduyla Rusya’ya bile ulaşıldı. Maalesef sonuç yoktu.
Durumu kabullenip, yeni bir yol bulmamız gerekiyordu.
Bizler de Sait için elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk.
Çocuğun eğitimine kesinlikle devam etmesi gerektiğinden şüphemiz yoktu.
O zamana kadar duyduğumuz, ama bilmediğimiz, görmezden geldiğimiz Görme Engelliler Okulu hatırımıza geldi.
İşte bu konuyu konuşmak ve Sait’i uygun bir okula yerleştirmek için Özel Eğitim ve Rehberlik Genel Müdürünü ziyarete gelmiştim.
Düşünceliydim.
Arkadaşımın ve ailesinin derdini yüreğimde hissediyor ve onlara birazcıkta olsa yardımcı olmaya çalışıyordum.
Bu halet-i ruhiye ile Genel Müdür ile görüşmeyi beklerken içeriye yaşlı bir bey girdi. Selamlaştık.
Her zamanki halime inat, suskundum. Canım konuşmak istemiyordu.
Hamle yaşlı beyden geldi:
-    Nerelisiniz?
-    Gaziantep.
-    Ne güzel! Neresinden?
-    İslâhiye!
-    Ya öylemi! Hangi köyünden?

Doğrusu canım sıkılmıştı. Şimdi bunları konuşmanın sırası değildi.
Daha doğrusu canım konuşmak istemiyordu.
Ama bu tatlı ihtiyar konuşmak istiyordu. Konuşmayı kısa kesmek niyetiyle:
“Bey Efendi köyüme kadar sorduğunuza göre merak ettim. Tapucu musunuz, yoksa istihbaratçı mı?

Yaşlı bey gülerek cevap verdi:
“İki si de değil. Ben eğitimciyim. Emekli profesörüm. Ayrıca hemşeriyiz. Ben de Gaziantepliyim. Memleketimin bütün köylerini bildiğim gibi, İslâhiye’nin de bütün köylerini bilirim. Ondan sordum”.
-Peki bunun özel bir nedeni var mı?
-Var.

Ve başladı anlatmaya.
O anlattıkça hem içim açıldı. İlk baştaki tutumumdan dolayı da utanmaya başladım.
Karşımda sadece tatlı ve yaşlı bir beyefendi değil, aynı zamanda kalbi ve ruhu insan sevgisiyle dolu gerçek bir eğitimci vardı.
Başladı anlatmaya…
İzmir Buca’da öğretmen olarak görevli iken rahmetli hocası Mitat Enç Ankara'dan telefon etmiş:
“Doğan, Gaziantep'te bir körler okulu açıyoruz, ama oraya gidecek müdür bulamıyoruz. Hiçbir arkadaşımız burada kurucu olarak görev almak istemiyor. Sen gelir misin?” demiş.
“Hocam, benim branşım körler değil. Nasıl olur bu iş?” demişse de hocası:
 “Ankara Körler Okulu'nda Seni iki-üç ay kursa alır yetiştiririz” demiş.
Hocasını kırmamış ve teklifini kabul etmiş. Gaziantep Körler Okulu müdürlüğüne atanan Doğan Çağlar, 31 Aralık 1954 günü yeni görevine başlamış.   
Ancak Gaziantep'liler bunu bir türlü anlamamışlar:
“Körler nasıl okur? Bu bir lüks değil mi?
Ayda iki bin lira bina kirası çok değil mi?
Sağlam çocuklarımız kırık dökük binalarda okurken bu durumda bulunan çocuklar için bu kadar para vermek ve okul açmak doğru mu?” diye bazısı açık, bazısı kapalı sorular sormuş.
Doğan Çağlar bir yandan okulu kurarken, bir yandan da öğrencilerini de bizzat bulmak zorunda kalmış

Vali, kaymakam ve jandarmanın yardımıyla kısa sürede mesafe alınmış.
Köylere giden jandarmalardan ve karakolu olan köy jandarma karakollarından okul çağında bulunan körlerin tespiti ve okula bildirilmesi istenmiş.
Kaymakamlıkların ve jandarmanın çalışmaları sayesinde kısa zamanda birçok körün adresine sahip olunmuş.  
Ancak aileler çocuğunu okula göndermek şöyle dursun göndermemek için direniyorlarmış. Ancak bazen gönüllü, bazen zorla kör çocukların okula alınması için veliler ikna edilmiş.
Çoğu Gaziantep, ilçeleri ile köylerinden gelen kör çocuklarla okulda öğretim etkinlikleri nihayet başlamış.
Doğan Hocanın hatıraları arasında en ilginç olanı ise İslâhiye ile ilgili olanı. Başladı anlatmaya:
“Dün gibi hatırımda.1955 yılı Ekim ayının son günleriydi. İslâhiye İlçesi Sakçagözü Nahiyesine bağlı Hisar köyünde, biri kız biri erkek iki kör çocuk olduğu bize bildirildi. Hemen gittim.
Duvarın dibinde oturan kör çocuklar hala hatırımda.
Arkadaşları çeşitli oyunlar oynuyor; onlar ise sessizce dinliyor; kulaklarını dikmiş olup biteni anlamaya çalışıyorlardı”.
“Ailesi ile görüştüm ve meramımı anlattım, çocukları götürmeye geldiğimi söyledim. Ancak aile bütün ısrarlara rağmen çocuklarını okula yollamak istemiyordu.
Daha doğrusu gözleri gören bu kadar okuma-yazma bilmeyen varken, kör çocuklar nasıl okuyacaktı!”
“Anlaşılan ailelerinin ikna edilmesi gerekiyordu. Okul yeni döneme henüz başlamıştı. Kaybedecek zamanımız da yoktu.
Bu çocukların okuldan daha fazla mahrum edilmesi doğru değildi.
Jandarma ile anlaşarak bir çıkar yol bulduk.
Gaziantep'ten Narlı yolu ile Maraş'a, oradan Kömürler'e (şimdi Nurdağı) gidilecek ve Kömürler'de Jandarma birliğinin de yardımı ve refâkati ile Hisar köyüne gidilecekti.
Bu plânı uyguladık”.
“Bir sonbahar öğleden sonrasında köye vardık. Bir oda önünde orta yaşlı ve yaşlı köylüler toplanmış, oda önünde, bir gübre kümesi üzerinde güreştirilen bir kör kız ve erkek vardı.
Bir de köpek.
Köpek, onlar güreş tutarken eteklerinden tutarak kör çocuklarla oynuyordu.
Bir jandarma müfrezesi ve iki arabayı görünce her şey durdu.
Köye niçin geldiğimizi Astsubay Jandarma kumandanı kesin ifadelerle anlattı. Sözü bana bıraktı.
Ben dilimin döndüğü kadar açıkladım ama köylülerin hiçbiri benim sözlerime inanmıyordu. Onlara göre körler okuyamazlardı”.
Kısa bir süre sonra erkek körün, yani okula almak istediğimiz Cafer Barkuş'un annesi feryad-ı figan ederek odanın önüne geldi. Benim ayaklarıma kapanarak:
“Müdür bey, elini ayağını öpeyim. Benim bir tek oğlum var. Siz bunu Antep'e götürecek, yakacak ve külünden ilâç yapacakmışsınız. Kıyma, bize bağışla oğlumuzu. Ben onun için saçlarımı süpürge ederim, bakarım köyümüzde” dedi.
Biraz sonra eşi de geldi.
O sessiz ve düşünceli idi.
Durumu, olayın gerçek yüzünü ve amacımızı anlattım. Biraz sonra annenin gözyaşları dindi, feryad-ı figanı azaldı.
“O sırada, köyde kış için üzümden yapılan şıradan ikramda bulundular.
Biz Cafer ile Fatma'yı araba ile alıp Gaziantep'e okula götürmek istiyorduk. Ama baskın yapar gibi çocukları alıp götürmek ana babalarda şok etkisi yapabilirdi. İşi tatlıya bağladık.
Cafer ve Fatma'nın ana babaları da çocuklarını bir hafta içinde Gaziantep Körler Okuluna getireceklerdi.
Muhtar ve bölgenin Jandarma karakolunun kumandanı Astsubay da bunu takip ederek okula gelmeleri sağlanacaktı.
Bu şekilde anlaşmaya vardıktan sonra biz geldiğimiz yolu izleyerek, Kömürler, Maraş, Narlı yolu ile Gaziantep'e döndük”.
Dört veya beş gün sonra Cafer ve Fatma, ana babaları tarafından Gaziantep Körler okuluna getirilmiş.
Okulu ziyaret eden anne-baba çocuklarının yemekhanesini, yatakhanesini, sınıfını ve nasıl okuma yazma öğreneceklerini küçük bir gösteri ile izledikten sonra huzur içinde sevinç gözyaşları ile okuldan ayrılmışlar.
Cafer Barkuş ve Fatma hiçbir sorun çıkarmadan okul yaşamına kısa bir zamanda uyum sağlamışlar.
Okul içinde serbestçe hareket etme becerisini kazanmışlar.
Okulda yatıp kalkmasına izin verilen biri müzik diğeri iş öğreticisi olan iki kör öğreticinin de gece gündüz öğrencilerle özveri ile çalışmaları sayesinde okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğrenmişler.
Kısa zamanda gösterdikleri üstün başarıdan dolayı bir yıl geçmeden ikinci ve üçüncü sınıfa geçmişler.
Her ikisi de diğer sınıf arkadaşları ile birlikte ilkokulu Gaziantep Körler Okulu'nda bitirmişler.
Daha sonra iki kardeşte sınavı kazanarak Ankara Körler Orta Okulu'na gitmiş. Ortaokulu bitirdikten sonra Cafer Barkuş sınav vererek Vehbi Koç tarafından verilen bursla İstanbul Robert Koleje girmiş ve başarı ile bitirmiş.
Robert Koleji bitirdikten sonra yine sınav vererek Vehbi Koç tarafından sağlanan bir bursla ABD'nin Boston şehrinde bulunan Perkins Görme Engelliler Enstitüsünde yüksek öğrenimini tamamlamış.
Görme engelliler eğitimi konusunda çok başarılı çalışmalarından sonra Cafer mezun olduğu Perkins Görme Engelliler Enstitüsünde işe alınmış.
Hâlen, aynı okulda hem görme hem duyma engellilerin eğitimi konusunda uzmanlık eğitimi gören bir kızla evlenerek kurumda görevini sürdürmektedir.
Doğan Hocanın Cafer'in üzerinde özellikle durmasının sebebi ise Cafer'in okula başladığı günden itibaren, tüm yaşamı boyunca her işini düzenli yapmaya özel bir özen göstermesi, çevresindekilerle sağlıklı ilişkiler kurup sürdürmesidir.
“Cafer, kendisini yurt içinde ve dışında başarıları ile kabul ettirmiştir. Bu özellikleri, onun yurt dışında çok elit bir okulda iş bulmasını ve işini devam ettirmesini sağlamıştır.
Bunun yanında, onunla birlikte okula aldığımız diğer sınıf ve okul arkadaşlarının birkaç tanesi hariç, hepsine yakını yüksek öğrenim yaparak iş bulma ve emekli olma olanağına kavuştular”.
Daha sonra, o zamanki şartların bir sonucu olarak, Doğan Hocanın Cafer’le irtibatı kesilmiş. Ta ki Doğan Çağlar Hoca bilimsel bir konferans için Boston’a gidene kadar.
Konferans bittikten sonra Boston’un meşhur Perkins Görme Engelliler Enstitüsünü ziyaret etmek istemiş.
Tam Türk usulü bir ziyaret.
Doğrudan okula gitmiş.
Müdürle görüşmek istediğini söylemiş.
Sekreter hanım doğal olarak randevusu olup olmadığını sormuş.
“Yok” demiş Doğan Hoca ve eklemiş:
“Çok vaktini almayacağım. Sadece bir nezaket ziyareti olacak”.
Sekreter Hanım, müdür beyin ertesi gün Londra’da bir toplantıya gideceğini bu nedenle hiç vakti olmadığını üzülerek söylemiş.

Doğan Hoca kalkmış ve tam odadan ayrılacağı sırada müdür odasından çıkmış ve burun-buruna gelmişler.
Sekreter hanım “ısrarla sizinle görüşmek isteyen beyefendi” deyince Müdür biraz da mahcup, çok yoğun olduğunu ve sadece beş dakika görüşebileceğini söyleyip, içeri buyur etmiş ve eklemiş:
“By the way, do you know Kafeer? (Sırası gelmişken, Kafir’i  tanıyor musunuz?) O da Türkiye’den. Bizimle çalışıyor. Kafir çok başarılı bir arkadaşımız ve çok da iyi bir insan” demiş.
“Tanımıyorum, ama tanışmak isterdim” demiş Doğan Hoca.
Bunun üzerine Müdür sekreterine Kafeer’i bulmalarını söylemiş.
Her zamanki yerinde bulmuşlar: Kütüphanede.
Biraz sonra kapı çalmış ve içeri biri girmiş.
“Yes, Sir! (Buyurunuz, Efendim)” demiş.
“Bu Bey sizinle tanışmak istiyor. Türkiye’den” demiş.
Doğan Hoca ise gördüğü manzara karşısında şaşkın ve ne diyeceğini bilemiyor. Karşısındaki İslahiyeli öğrencisi Cafer’in ta kendisi.

Demek Amerikalılar telaffuz zorluğundan dolayı Cafer diyemediklerinden “Kafeer” diyorlarmış. Temel’in Cola-Kola meselesi yani.
Doğan Hoca kendisini daha fazla tutamamış:
“Cafer,” demiş.
Cafer görme engellilere mahsusu bir refleksle tüm dikkatin toplamış ve sesin geldiği yere yönelmiş:
“Hocam!” demiş.
Gerisi malum…
Cafer hocasının ellerine sarılmış öpüyor, hocası ise hasretle öğrencisini kucaklıyor.
Her ikisi de ağlıyor.
Amerikalı müdür ise dehşet ve hayret içerisinde olup biteni anlamaya çalışıyor.
Cafer, sakinleştikten sonra hocasının elinden sımsıkı tutarak müdür beye dönüyor:
“Efendim! İşe siz bahsettiğim o Hoca bu. Bizi biz eden, bizi eğiten öğretmenimiz, babamız ve müdürümüz bu! Size bahsettiğim o efsane öğretmen işte bu!
Müdür bey çok mahcup bir şekilde sekreterine Londra ziyaretini iptal etme talimatını vermiş.
Doğan Hoca ısrar etmişse de müdür kararından vazgeçmemiş:
“İnsanlığa Kafeer gibi birini kazandıran bir eğitimci için, bu toplantıya gitmeyebilirim” demiş.
Doğan Hoca anlatmaya devam ederken randevu sırası bana gelmişti.
Genel Müdürün yanına girdim ve Sait’in durumunu olduğu gibi anlattım.
Genel Müdür bu tür olaylara alışkın olmalı ki, durumu normal karşıladı.
İyi okullarımız olduğundan bahsetti ve Sait’in kaydı için gereken talimatı verdi.

Sait, Tokat Körler Okuluna gidecek ve tahsiline orada devam edecekti.
Binadan ayrılırken, Doğan Hocanın dedikleri ve gülümseyen yüzü hala hatırımdaydı.
Doğan Hoca iyi bir insan olduğu kadar iyi bir eğitimci idi. Bundan çıkardığım ders, biz eğitimcilerin görevi, insanların bize gelmesini beklemek değildir ve olmamalıdır.
Hangi taraftan bakarsanız bakın, öğretmenin yerinin apayrı olduğu bir gerçek.
Doğan Hoca o Nurdağlarından soğuk rüzgarların estiği o sonbahar günü Cafer bulup götürmeseydi, Cafer'in bugün nerelerde ve nasıl bir durumda olacağını bilmiyoruz.
Okuyan ve iyi bir eğitim alan Cafer'in bugün nerede ve ne yaptığını ise çok iyi biliyoruz.
Sadece biz değil dünya da biliyor. Dünyanın en prestijli görme engelli okulunda eğitim liderliği programlarının direktörlüğünü yapıyor.
2003 yılında Millî Eğitim Bakanlığında Dış İlişkiler Genel Müdürü olarak atandığımda, yaptığım işlerden birisi de hemşerim Cafer'i bulmak oldu.
Kendisini Bakanlığa davet ettim. Bizi kırmadı uygun bir zamanda Amerika'dan kalkıp geldi. Bakanla ve ilgili arkadaşlarla tanıştırdım.

Kahvelerimizi içerken kendisini nasıl tanıdığımı ve bulduğumu anlattım.
Doğan Hocanın onun hakkında anlattıklarını anlatınca mahcup oldu.
“Doğan Hoca biraz abartmış. Herkes gibi işimizi yapmaya çalışıyoruz. Doğan Hoca çok iyi bir insan ve öğretmen. O olmasaydı nerelerde olurduk bilemiyorum. Allah uzun ömürler versin” dedi.
Doğan Hoca Ağustos 2012 yılında 87 yaşında vefat etti. Allah rahmet etsin. Arkasında binlerce öğrenci bıraktı.
Görme engellilerin en büyük hocası olan Mitat Enç Doğan Çağlar’la övünürmüş. Doğan Hoca da her görüştüğümüzde Cafer gibi yetiştirdiği öğrencileri ile övünürdü.
Biz ise böyle idealist öğretmenlerimiz olduğu için övünüyoruz. Sadece görme engellilere değil, hepimize öğretmenin nasıl olması gerektiğini öğrettikleri için.
Öğretmenlik sadece "öğretmek ve eğitmek" de değil. Dahası, öğretmenlik şefkat, merhamet, gönül ve yürek ister.

Gidip muhataplarımızı bulmalı, ellerinden tutmalı ve onları eğitmeliyiz.
Şems-i Tebrizi’nin, Mevlana’yı bulmak için diyar diyar gezdiğini unutmamalıyız.
Mevlâna olmasaydı, bugün kaçımız Şems-i Tebriziyi bilirdik.
Ya da Şems-ı Tebrizi olmasaydı Mevlâna Mevlâna olur muydu?
İnsanlığın en büyük öğretmenlerine baktığımızda Konfüçyüs, Buda, Sokrates, Platon ve günümüze kadar daha binlerce insan.
Bunlara Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed gibi peygamberleri de ilave edebiliriz. Öğrencileri ve öğretileriyle insanlığı aydınlatmaya devam ediyorlar.
Geleceğimizin efendileri olan öğretmenlerimize selam olsun.

 


Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:29 Kasım 2017

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.