Akademisyenleri Kim Okur?
Ya da Akademisyenler Neden Kimsenin Okumadığı Saçma Sapan Şeyler Yazıyor?

Geçen günlerde Times Higher Education Dergisinde yayınlanan “Başarılı bir kitap nasıl yazılır?” konusunu ele alan yazıyla ilgili bir yazı yazmış; “İyi Kitap yazmak Bir Sanat mıdır?” diye de sormuştum. (https://www.e-psikiyatri.com/iyi-kitap-yazmak-bir-sanat-midir)
Özellikle de akademisyenlerin herkese hitap eden “başarılı bir kitap” yazmayla ilgili sorunlarını, çıkmazlarını ve neler yapılabileceğini tartışmıştım.
Yazar Matthew Reisz, “dar, derin ve yoğun dipnotlu bir alanda çalışmak üzere eğitilmiş akademisyenler için daha genel bir kitle için yazmak zor olabileceğini” tespitinde bulunmuştu.
Anlaşılan biz akademisyenlerin aynaya bakma ve kendimizi sığaya çekme zamanı geldi. Gerçekten ömrümüzü harcadığımız akademik çalışmaları merak edip okuyan var mı?
Bu çalışmaların topluma katkısı var mı?
Bilim insanlarının ve düşünürlerin toplumlarında anlaşılmaları her zaman sorun olmuş.
Hatta bunu hayatıyla ödeyenler var.
Ancak günümüzde akademik çalışmalarımızı geniş kesimlerin anlayabileceği şekilde anlatma sorumluluğumuz olduğu açık. Üstelik bunu çok iyi yapan meslektaşlarımız var.
Toplumun da akademisyenleri anlamak için biraz gayret etmesi gerekir.
Tamam.
Ama sosyal medyanın bu kadar basit, sade, anlaşılabilir, görsel bir dil kullandığı; kitleleri kolayca yönlendirebileceği bir bağlamda bizlerin de bir şeyler yapması gerekiyor. Doğru bildiklerimizin, topluma doğru olarak ulaşmasını sağlamamız gerekiyor.
Aksi takdirde Daniel Lattier ve benzerlerinin yaptığı acı eleştirilerden kaçınmamız mümkün olmayacak.
Daniel Lattier’in konuyla ilgili yazısının bazı akademisyenler tarafından da paylaşılması bu açıdan anlamlı.
Daniel Lattier’ın yazısının başlığı bile kışkırtıcı ve incitici: “Akademisyenler Neden Kimsenin Okumadığı Saçma Sapan Şeyler Yazıyor?” (https://intellectualtakeout.org/2023/01/academic-writing-nobody-reads/)
Atalarımız “Dost acı söyler” der.
Daniel Lattier’e akademisyen dostu mu, düşmanı mı, emin değilim. Ama yaptığı tespitlere kulak vermek gerekiyor.
İşte tespitleri:
“Profesörler genellikle akademik bir dergiye göndermek üzere 25 sayfalık bir makaleyi araştırmak ve yazmak için yaklaşık 3-6 ay (bazen daha uzun) zaman harcıyorlar.
Bu süre zarfında çoğu, aylar sonra makalelerinin yayınlanmak üzere kabul edildiğini ve bu nedenle de çok sayıda kişi tarafından okunacağını bildiren bir e-postayı aldıklarında büyük bir heyecan yaşarlar...
... ortalama on kişi.
Evet, doğru okudunuz.
Son araştırmalarda ortaya çıkan rakamlar oldukça iç karartıcı:
Beşeri bilimlerde yayınlanan makalelerin yüzde 82'sine bir kez bile atıf yapılmıyor.
Atıf yapılan makalelerin ise sadece yüzde 20'si gerçekten okunmuş.
Akademik makalelerin yarısı yazarları, hakemleri ve dergi editörleri dışında hiç kimse tarafından okunmuyor.
Peki bu çılgınlığın sebebi nedir?
Dünya neden her yıl 2 milyondan az akademik dergi makalesine maruz kalmaya devam ediyor?
Asıl sebep para ve iş güvencesi.
Tüm profesörlerin amacı bir kadro elde etmek. Kadroya karar veren jüriler bu yayınları profesörün olgun bir araştırma yapabildiğinin delili olarak değerlendiriyor.
Ancak ne yazık ki günümüzde pek çok akademik makale, tanıdığım bir profesörün " orijinal intihal " olarak adlandırdığı, önceki araştırmaların üzerine yeni bir tez eklenerek yeniden düzenlenmesi şeklindeki alıştırmalardan ibaret.
Bir başka neden de modern çağda uzmanlaşmanın artmasıdır. Bu da kısmen üniversitelerin her biri kendi mantığını yürüten çeşitli disiplinlere ve bölümlere ayrılmasından kaynaklanıyor.
Bu uzmanlaşmanın talihsiz bir etkisi, çoğu makalenin konusunun onları halk ve hatta profesörlerin ezici çoğunluğu için erişilmez kılması.
(İnanın bana: çoğu akademisyen meslektaşlarının makalelerini okumak bile istemiyor.) Kendisini "dini çalışmalar alanındaki en iyi akademik dergi" olarak ilan eden Journal of the American Academy of Religion'ın son sayılarındaki bazı başlıklar bunun bir ispatı niteliğinde:
"Dona Benta'nın Tespihi: Brezilyalı Bir Kadın Dua Grubunda Belirsizliği Yönetmek"
"Bir Bodhisattva'nın Ölümü ve Şeytanlaştırılması: Guanyin'in Çin Dininde Yeniden Formüle Edilmesi"
"Gelinler ve Lekeler: Rabbinik Evlilik Hukukunda Kadın Engelliliğinin Queerleştirilmesi"
Dolayısıyla, artan uzmanlaşma sadece profesörler ile halk arasında değil, aynı zamanda profesörlerin kendi aralarında da yabancılaşmanın artmasına yol açmış durumda.
Tüm bunlar çok büyük talihsizlik.
İdeal olan, bir toplumun büyük akademik beyinlerinin o toplumu inşa etmek ve sorunlarını ele almak için çalıştırılmasıdır.
Bunun yerine, bugün Batılı akademisyenlerin çoğu entelektüel sermayelerini kimsenin okumadığı sayfalarda kimsenin sormadığı soruları yanıtlamak için kullanıyor.
Ne büyük bir israf.”
***
Bazı akademisyenlerin yaptıklarına tanık olduğumda yüksek sesle olmasa da “Ne büyük bir israf” demiştim.
Hem heba ettikleri ömürleri hem de bu uğurda harcadıkları kamu kaynakları açısından!
Prof. Dr. İbrahim Özdemir