Modernizm ve Kadın

Medeniyetlerin birbiriyle çatıştığı başlıca alanlardan birisi, kadın kimliğidir. Modernizm, insanoğlunun yaşam tarzını etkilemiş ve kadın özgürlüğünü ciddi bir tartışma sahasına çevirmiştir. Kırılma ve münakaşanın çok fazla yaşandığı bu alan, kadının hayat tarzı üzerinde belirleyici olmuştur.

Kadının toplumsal rolüne baktığımız zaman, asırlardan bu yana iniş çıkışlar yaşadığını görürüz. Meselâ, Ortaçağ Avrupa’sında kadının insan olup olmadığı tartışılmış, cinsel kimliği kapatılmaya çalışılmıştır. Daha sonra buna tepki olarak kadın özgürlüğü hareketleri ortaya çıkmıştır. Bu hareket içinde kadın kendini modernizm ile ifade etmiştir. Modernizmin ifade sahası olarak da, gardrop modernciliği seçilmiştir. Gardırop modernciliği sonucu, kadının toplumsal rolü ciddi bir savaş alanı haline gelmiştir. Modernizm dış görünüş, -bilhassa kıyafet- üzerinden uygulamaya konulmuştur. Bu da esasında Batı modernizmidir. Batılılaşmanın üç sacayağı var: Demokrasi, teknoloji ve kültür. Biz sahip olduğumuz demokratik değerleri yani özgürlük anlayışını, çoğulculuk fikrini ve katılımcılığı Batı’dan aldığımızı düşünsek de, aslında bunlar sadece Batının değil, insanlığın nihai noktada kabul ettiği değerlerdir. Aynı şey teknoloji içinde geçerlidir. Teknoloji, batı icadı değil insanlığın getirdiği teknik birikimin endüstri devrimiyle bu topraklarda hızlanmasıdır. Demek ki Batılılaşmak ayrı, modernleşmek ayrı şeydir. Batılılaşmak Batı kültürünü benimsemek demektir. Onun müzik zevkini, mimarisini, eğlence şeklini de kabullenmeyi gerektirir. Oysa kültürel kimliğin bir parçası olan modernizm, milletlerin değerlerini korumasıyla da gerçekleşebilir. Meselâ, Japonlar geleneksel hüviyetlerini koruyarak modernleşmeyi seçerken biz, değerlerimizi değiştirmek suretiyle modernleşmeyi tercih ettik. Japonlar enerjilerini gardırop, müzik gibi alanlara yöneltmek yerine, teknoloji alanında sarf ettiler. Bu da Uzak Doğu’da ülkelerini ileri noktalara taşıdı. Ancak biz yapılmaması gerekeni yaptık: Batı  modernizmini sorgulamadan aldık. Bir gecede çıkarılan kanunlar bize kendi kıymetlerimizi unutturdu. Demokrasi ve teknoloji alanlarında harcamamız gereken zihinsel enerji ve planlama geri planda kaldı. Bunun telafisi -kavramları ayırt etmek suretiyle- o zaman yapılmayan adaptasyonun şimdi yapılması ile mümkündür.

Küreselleşme projesini yazanlar bütün dünyaya bir tek kültürün propagandasını yapmaktadırlar. Çünkü kültürün aynîleşmesi tüketim davranışı da benzer kılacaktır. Böylece herhangi bir konuda toplumu etkileme daha da kolaylaşır. Fakat son yıllarda tekilcilik yerine çoğulculuk ön plana çıktı. Şu anda pek çok millet yerelliği korumaktan yana. Çünkü tek tip olmak, ademoğlunun doğasına aykırı bir durumdur. Yüzlerce yıllık insanlık tarihi içinde binlerce dil, binlerce kültür ortaya çıkmıştır. Bu da çoğulculuğun insan tabiatının gereği olduğunu gösterir. Bugün yeryüzünde yaşayan insan sayısı kadar kişilik tipi ve bir o kadar da fizik görünüm var demektir. İşte bunun gibi kültürel niteliklerin farklılığı da kaçınılmazdır. Demokratik değerler, çok kültürlülük içinde yeşerebilir.

 

Çok Kültürlü Dünyada Kadının Sosyal Konumu

Çok kültürlü dünyada kadını var kılan cinsiyet kimliği değil, insanî hususiyetleridir. Bir kadın hangi durumda daha çok saygı görür? Cinsel kimliği ile erkekleri baştan çıkardığı zaman mı, yoksa fikirleriyle topluma yön verdiğinde mi? Aslında ideal kadın modeli bu sorunun cevabında gizlidir. Kadın sosyal hayatta düşünceleri ve ürettikleri ile kendisini göstermelidir. Yalnız unutulmaması gereken nokta, ideal sosyal kimlik olarak kadına yakışan role toplumun onu teşvik etmesi gerektiğidir. Çünkü erkekler içgüdüsel zevklerini sürdürmek ve çok kadınla beraber olabilmek için, kadın özgürlüğünü cinsel özgürlük şekline büründürebilirler. Erkeklerin ilgisini çekmek için özel çaba sarf etmesine gerek olmayan kadın, bu oyuna gelememeye dikkat etmelidir.

 

Kadın Özgürleşmekten Korkar mı?

Eric Fromm’un bir sözü vardır: “Çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel, özgürlük korkusudur.” İnsan özgürlük korkusu yaşamadan özgürleşmelidir. Özgürleşmekten korkan kişi, tutucu olur, yeteneklerini geliştiremez ve kendini gerçekleştirme zorluğu çeker. Eğer bir kadın şahsî kabiliyetlerini tekâmül ettirerek serbestiyet kazanırsa toplumsal role dahil olmakta cinsel kimliğini kullanmaya hiç ihtiyaç duymayacaktır. Cinsellik ile öne çıkmak, kadın için artı değer  olmaktan çok kolaycılıktır. Herhangi bir konuda kendini yetiştirmeyen, üç yüz kelime ile konuşan bir kadın, aynı cinsiyetten diğer insanları temsil etmekten çok uzaktır. kadın kimliğini temsil edemez. Ayrıca fizikî görünümü gereğinden fazla yüceltmek, toplum sağlığı açısından doğru bir davranış değildir. Kadını ürettiği değerlerle toplumda var kılabilmek için onu ikinci sınıf görme eğiliminden vazgeçilmesi gerekmektedir. 1980’lerin sonunda Anadolu’da görev yaptığım bir yerde ‘Eksik etekten doktor olmaz’ diye düşünüp kadın doktora gitmek istemeyen hastalar vardı. Buradaki ‘eksik etek’ tabiriyle kastedilen şey aslında kadın kimliği ile cinsel kimliğin eşitlenmesiydi. Kadın yalnızca ev işi yapan, çocuk doğuran bir varlık gibi telakki edildiğinde toplumda etkin olan bir rolü üstlenmesinin kadın kimliğine aykırı olduğunu düşünülür. Oysa kişiliğin oluşumunda cinsel kimlik, ancak %20 – 30 civarında etkilidir. Kişiliğin %70-80’i insanî özellikler oluşturur.

 

Özgürlük ve Disiplin

Disiplin; toplumu ve dolayısıyla insanı bir rejim altına sokmak ve belli kurallarla zapturapt altına almak demektir. Disiplin elde var olan potansiyeli en verimli şekilde kullanmak için sınırları belirlemektir. Hürriyet de para gibi sermaye ve potansiyeldir. Bu sebeple de belli bir rejime tabi tutularak disipline edilmesi ve öyle kullanılması gerekir. Aksi halde harcanır gider. Özgürlüğün devamı için sınırları iyi çizilmelidir. Yani özgürlük demek, sorumsuzluk demek değildir. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Bahsedilen bu sınırlar nerede başlayıp, nerede biter? Bir insanın canının istediği her şeyi yapması özgürlük müdür?” Özgürlüğünün sınırlarının çizilmesinde iki kural vardır: Birincisi, insanların içgüdülerinin göz önüne alınması gerektiği diğeri de, toplum yaşamının kurallı bir ortam olmasıdır. Özgürlükle kuralsız bir ortamda yaşamayı birbirine karıştırmamak gerekir. Nasıl araç trafiğinin, futbol oyununun kuralları varsa insan haklarının da gözetilmesi gereken kaideleri vardır. Meselâ, bir futbolcu sahaya çıkıp ‘ben istediğim gibi oynayacağım’ diyemez. Der ise kırmızı kart görür. İşte bunun gibi insanda ‘Cinselliğimi ve dürtülerimi canımın istediği yaşayacağım’ dediği zaman kırmızı kart görür. Buradaki kırmızı kartın bedeli toplumsal ilişkilerde ortaya çıkar ve o kimse sosyal hayattan dışlanır. Fakat unutulmaması gereken şey kültürlerin de insan gibi canlı olduğudur. Kişinin kendisiyle ilgili bu talepleri azalıp çoğalarak, deneme yanılmayla olgunluğa erecek, buna paralel olarak kültürlerin kendi içindeki sınırları da çizilmiş olacaktır.

Özgürlük konusunda farklı düşüncelere sahip millet ve grupların görüşleri değişiklik arz etmektedir. Meselâ, liberalizmin ortaya çıkışından sonra İngiltere’de değişik özgürlük akımları doğmuştur. Semavî ahlâkı savunanlar, ‘insanlar bireydir, özgürdür ama aynı zamanda kuldur’ derken, seküler ahlâk savunucuları, ‘insan ferttir ve Tanrı’ya ihtiyacı yoktur’ fikrini ortaya atmışlardır. Freudyen akım ise libidinal özgürlükten bahsederek insanların istediklerinde sınırları kaldırıp, duvarları yıkarak arzularını yaşaması gerektiğini söyler. Bir kimse içgüdüsünün sesini dinlerse, ‘cinsellik konusunda sorumsuz davranabilirsin. Bir şey başkasına bile ait olsa eğer istiyorsan onu al’ dediğini duyacaktır. Halbuki dürtülerimizden gelen bu fısıldamalar, yani her hevesin tatmin edilmesi özgürlük değildir. Asıl özgürlük, kişinin içgüdülerinden bağımsız olmasıdır. Gerçek hürriyete kavuşmak için abartılmış cinsel isteklerden ve bencillikten uzak durulması icap eder.

Geçmiş yüzyıllarda insandaki dürtülere sınır koyma işi topluma verilmişti. Yani sosyal baskı bizi frenleyecekti. Fakat beynimizin duyguları yöneten alanları bulundukça – ki duygusal zeka kavramı buradan doğdu- hislerin belli bir eğitime tabi tutulması gerektiği, duyguların başıboş bırakılamayacağı sonucu ortaya çıktı.

 

Üretim ve Tüketim Kültürü İçinde Kadın

Üretimin iki ayağı vardır: Gelen ve giden. Ekonomi tıpkı bir havuza benzer. Havuzun belli bir su kapasitesi olduğu gibi ekonominin de üretim ve tüketim hazneleri vardır. Geleneksel aile tipinde evin kazancını sağlayan erkek, bu kazancın harcama planını yapan ise kadındır. Bu sebeple  bir kadının toplum ekonomisine en büyük katkısı kaynağı boşa harcamamak, parayı israf etmemek şeklindedir. Kadın daha çok tüketen konumunda olduğu için, tasarruf bilinci onda iyi yerleşmelidir. Ayrıca geleneksel kültürümüzdeki ‘yuvayı dişi kuş yapar’ anlayışı kadının tutumlu olması ve savurganlıktan kaçınmasına yapılan mecazi bir atıftır.

Köy kültüründe kadın çok üretkendir. Hattâ Anadolu tipi ailelerimizde ona gereğinden fazla yüklenildiğini ve bu sebeple çabuk yıprandığını da söyleyebiliriz. Kırsaldaki kadın hem tarlada işçidir, hem annedir, hem eştir. Kısacası erkekten daha ön plandadır ve evin direği hükmündedir. Son yıllarda azalmış olsa da Anadolu’da kadınları kışlık yiyeceklerini yazdan hazırlayarak,meselâ kavurma yapıp erişte keserek yada sebze kurutarak üretime katkıda bulunur. Yada Karadenizli erkeklerin kahvede otururken kadınlarının çalışması gibi… Demek ki kadının üretim konusunda topluma katkısı olmadığını düşünmek ve söylemek çok yanlış olacaktır.

Ancak kentleşmeyle beraber kadının sosyal konumu ciddi bir dönüşüm geçirmiştir. Bu değişim onu salon kadını rolüne büründürürken üretime olan katkısını da azaltmıştır. Yalnızca şekil üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan çağdaşlaşmanın kadın ve toplum yararına neler getirdiğinin sorgulanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Modernizmin biçtiği tek elbise olan salon kadınlığı, kozmetik ve moda aksesuarlarıyla tamamlanmıştır. Neticede kadın, tüketim ekonomisinin çıkarları için kullandığı hedef kitleye dönüşmüştür. Bu hedef kitleye gönderilen ‘harca’ mesajı onu pazarlama malzemesine çevirdiği gibi cinsiyet kimliğini de yanlış taraflara yönlendirmiştir.

Kadının tüketim alışkanlıkları toplumun tüketim alışkanlıklarını da değiştirmiştir. Meselâ, mutfak düzeninde kolaycılığı tercih etmesi şimdilerde sanık sandalyesine oturttuğumuz fast food tarzı yemek geleneğini, o da sonuçta obeziteyi netice vermiştir. Esasında kadın yemek yapmaktan zevk alırken kültürün değişmesiyle çabuk pişirilen, sağlıksız besinlere itibar etmiştir. Yemek sadece ağız tadına uygun bir şölene dönüştürülüp, sağlığa katkıları unutulduğunda hastalıkların baş göstermesi de hiç şaşırtıcı değildir. Ancak yine de dünya ülkelerine bakıldığında bizim mutfak kültürümüzün çeşitliliği dikkat çekicidir. Böylesine zengin ve sıhhatli bir yemek adabına sahip oluşumuzun inkar edilemez en önemli sebebi, kadınlarımızın bu konudaki gayret ve bilinçleridir.

 

Kadın Toplum ve Siyaset

Kadının toplumda bugünkünden daha etkin bir rol alamamasının önündeki en büyük engel, erkeklerin çıkarcı yaklaşımlarıdır. Pek çok konuda muhtelif düşüncelere sahip olan erkekler, kadınların avantajları olan sahalarda hemen birleşebiliyorlar.Politika da, şirket yönetiminde yada toplumda söz sahibi olunacak herhangi bir mevzu da menfaat hesabı yapan ve egemenliği kadına bırakmak istemeyen erkeklerin uzlaşısına şahit oluyoruz. Öğrenciliğim  esnasında Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin diğer kliniklerinde kadın ve erkek öğretim üyeleri olduğu halde, kadın-doğum kliniğinde hiç kadın öğretim üyesi yoktu. Bu durum öğrenciler arasında ciddi bir tartışma konusu oldu ve durumun niçin böyle olduğunu hocalarımıza sorduk. Aldığımız cevap oldukça düşündürücüydü: ‘Eğer burada bir kadın doçent yada profesör olursa, bütün hastalar ona gider”. Demek ki aldıkları onca eğitimden sonra üniversite de profesör olan hocalar dahi kendi çıkarları için kadının sosyal gelişimini engelliyorlardı. Fakat sosyal hayattaki yarışa, erkek kadın ayırımı yapılmaksızın adil bir şekilde katılmak gerekiyor.

Bütün bunlara karşın genel de Doğu toplumları özelde de bizim halkımız bazı alanlarda ataerkil yapıya sahipken kimi yerlerde bu özellik esnemektedir. Meselâ, Hindistan, Bangladeş gibi Doğulu ülkelerde ve bizim memleketimizde bir kadın başkan olabilmiştir. Üstelik halkın onayı ve durumu hazmetmesi neticesinde. Ancak Batı toplumlarında böyle bir tercihe kolay kolay rastlanamaz. Bu, toplumun kadına önyargısı olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Kadın başkanın da bir erkek başkan gibi tabii karşılanması, Doğu halklarının bu mânâda Batılılardan daha üst bir olgunluk seviyesinde olduğunun ipucudur.

 

Sanal Dünyada Kadın

İnsanlar bilinç baskısı hissetmedikleri, kendilerini bir nevi çıplak düşündükleri, gözetlenmediklerini varsaydıkları bu alanda şuur kontrolü olmaksızın düşündüklerini ifade ediyorlar. Hattâ sanal dünya pek çok kimse için rahatlıkla yalan söyleyebildiği, rol yaptığı,  içindeki menfî yönleri serbestçe dışa vurduğu bir saha gibi görülmektedir. Sanal dünyadaki kişi, bugüne kadar bastırdığı duygularını, hayalindeki ideal benliğini, hattâ başkalarınca yanlış kabul edilebilecek eğilimlerini paylaşarak ego doyumu yaşar. Bu gerçek dışı dünyayı insan için ilginç ve çekici hale getiren şey, daha önce kendi kendine düşündüğü genel kabule sığmayacak pek çok fikri cevaplayan, buna karşılık veren birilerini bulmuş olmasıdır.

Sanal dünya kadınlar için olduğu kadar erkekler içinde müthiş bir kültürel değişime sebep oldu. Bu ortamda gerçek kimliğini kullanmak zorunluluğunu hissetmeyen kadın, kendisine yönelik toplumsal baskılardan uzaklaşarak mutlu olmaya çalışmaktadır. Özellikle genç kızlar bu farazî dünyanın en büyük tutkunu durumundalar. Bu tutkunun sebebi şöyle izah edilebilir: Bir genç çocukluktan gelen tazyiklerin olmadığı bu özgür alanda hem kendisi hem de başkaları hakkında dilediği gibi konuşma hürriyetine sahiptir. Sanal alemin kıyılarında dolaşarak kendini mutlu hisseden kişinin, bu ortamda sahte bir kimlikle bulunuyor olması kuvvetli bir ihtimaldir.

Sanal dünyadaki ilişki şekli daha çok amaçsız kimselerin yaşadığı türdendir. Başlangıçta insanı mutlu eden sanal ilişkiler ilerleyip, yüz yüze görüşme safhasına geldiğinde kişiyi hayal kırıklığına uğratabilir. Demek ki, farazî âlemin getirdiği sınırsız ve sorumsuz yaşantı insanın mutluluğuna hizmet etmiyor. Ayrıca bu hayalî dünyadaki alışkanlıklar gerçek dünyaya da yansıyabilir. O sebeple sınırların iyi çizilmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmek içinde kişinin yalnız dış dünyadakini değil, iç dünyasındaki özgürlüğünü de disipline etmesi önerilebilir. Soyut hedeflerini somut hedeflerinin önünde götüren insan, sanal dünyaya girdiğinde bu ego idealine uygun hareket edecektir. ‘Kendime çizdiğim yol haritama uygun davranıyor muyum? Bu farazî dünyadaki ilişkilerim hedeflerime nasıl hizmet ediyor?’ sorularını soracak ve buna vereceği cevaplara göre ilişki şeklini belirleyecektir. Bu hassasiyet kadın erkek ayırımı yapmadan herkesin sergilemesi gereken hassasiyettir.

 

Kadının İdeal Erkek Tipi

Kadında çeşitli duygusal eğilimler vardır. Meselâ bağımsız, güçlü, koruyucu, karısı için kendini feda edebilen şeklinde idealize edilen erkek tipine karşılık; korunma ve sevilme ihtiyacında olan, sevgi veren, çevresinde kendisini ona ait hissedeceği bir erkek görmek isteyen ideal bir kadın tipi çizilir. Bu tipler, asırlardır süregelen kültür birikimi ve genetik eğilimler sonucu ortaya çıkmıştır.

 Çağımızın kadını, bir taraftan özgür olma, diğer taraftan korunma ve sevilme ihtiyacı hisseder. Fakat kadının hem iş kadını, entelektüel düzeyi yüksek biri olma arzusu taşırken, hem de psikolojik ihtiyaçlarını karşılayamadığı görülür. Dolayısıyla ideal kadın, kendisine sahip çıkan bir erkek olursa mutlu olabilir. Kadının sevilmeye ihtiyacı, erkeğe göre daha fazladır.

 Aslında kadının psikolojik ihtiyaçları, onun özgürleşmesiyle beraber daha da belirginleşir. Kadının özgürleştiği, ama mutlu olamadığı görülür. Feminizm’in savunucuları bile, bir erkekle sadakate dayalı birlikteliğinin kadını daha çok mutlu edeceğini söylemektedir. Burada yine erkeğe bağlanma duygusu göze çarpar. Toplumdaki sosyolojik gelişim içerisinde, psikolojik değişim sosyolojik değişime uyum sağlayamamıştır. Kişinin ruh dünyası, daha hızlı gelişen sosyolojik değişime uyum gösteremediğinden çelişki yaşanmış, bir ara form meydana gelmiştir.

 

Erkekler Niçin Ağlamaz?

Erkekteki duygu düzenleyici beyin faaliyeti ile kadındaki aynı şekilde çalışmaz. Erkekler daha çok hesap ve matematik adamı, kadınlar ise daha çok sanat ve edebiyat insanı olurlar. Duygusal konularda ve duyguların ön planda olduğu işlerde kadınlar daha başarılıdır. Erkekler ağlamayı güçsüzlük işareti kabul ettiklerinden, ağladıklarında erkek rolü ve kimliğine ters düşecekleri ön kabulüyle hareket ederler. ‘Ağladığın zaman erkek olmazsın’ baskısı altındaki biyolojik eğilim, toplumsal olarak da desteklenir. Asırlardan beri devam eden bu yaklaşım, yalnızca kültürel öğretilerle açıklanamaz. Burada biyolojik ve genetik boyutun varlığı da unutulmamalıdır. Öğretilerle desteklenmiş, hatta abartılmış ataerkil ve otoriter kültürlerde erkeğin avcı rolü üstlenmesi, onun mücadele etmesini ve acılara katlanmasını gerektirir, o korkuya karşı daha dirençli olmalıdır. Ağladığında korkuya direnmesi güç olacağından, felsefe olarak erkeğe ağlamaması gerektiği telkin edilir.

Bu arada, ‘kadının güçsüzlüğünü ya da duygularını ifade etmesi, kadınlığını güçlendirir’ düşüncesi de ileri sürülmüştür. Erkekler, ağlayan kadınlardan daha çok hoşlanırlar. Çünkü kadın ağladığı zaman, onun kendisine sığındığını görüp, onu koruma ihtiyacını daha fazla hissederler ki, bu da erkeğin egosunu okşar. Özellikle feminist eğilimli kadınlar, ağladıkları zaman kendilerine çok kızarlar. Fakat, ‘ben nasıl ağlarım, erkek karşısında nasıl böyle aciz olabilirim?’ diye düşündükleri halde, yine de ağlamaktan vazgeçemezler. Meselâ aile terapilerinde çiftler, yaşadıkları sorunları farklı şekilde belirtirler. Burada erkeğin tepkisi bağırmak, kadının tepkisi ağlamak biçimindedir. Ağlayan kadın çalışan, entelektüel seviyesi yüksek, kendisini bağımsız hisseden biri de olabilir. İş hayatında da durum aynıdır. Kadınlar, başbakan bile olsalar, iş hayatında bir şeyler ters gittiği zaman ağlayabilirler. Burada olayı, kadın - erkek psikolojisinden çok, olaylara tepki tarzının biyolojik eğilimiyle açıklamak daha doğrudur. Genetik algoritma bunu gösterir. İnsanlık tarihine erkek egemen kültür hakim olduğu için, kadınların ağlaması erkekler tarafından hoş karşılanmıştır. Fakat erkeğin ağlaması uygun görülmemiş, bu olguyu öğretiler de desteklemiştir.

 

Namus Konusundaki Toplumsal Yanlışlar

Namus kavramı kültürümüzde çok ciddi bir kavramdır. Cezaevlerine bakıldığında, suçların önemli bir kısmının namus cinayetinden kaynaklandığı görülür. Dinî duyguları güçlü olmayan insanlarda da bu durum fazlasıyla göze çarpar. Namus düşüncesinin kuvvetli olması kültürel öğretilerle yakından ilgilidir. Bir erkeğin karısının namusu için savaşa gitmesi ya da namusuna dil uzatıldığında erkeğin kendini riske atması kadınların da hoşuna gitmiş, bu durum onlar tarafından da onaylanıp, desteklenmiştir.

 Sosyal Darvinizm’e inananlar, aile kavramında cinsel sadakatin çok önemli olmadığını ileri sürer, ‘cinsel olarak insanlar daha özgür olmalı’ şeklinde düşünürler. Bu durum, insanın anlık zevklerini tatmin edebilir, ama sosyolojik boyut içerisinde zararları ortaya çıkacaktır. Bir toplumun sağlıklı devam edebilmesi için ensest ilişki (aile içi cinsel ilişki) olmamalı, bir anne veya baba doğan çocuğun kimden olduğunu bilmelidir. Cinsellik serbest bırakıldığında, onun en çarpık ya da yanlış uygulaması kişinin en yakınları arasında yaşanacak, ensestin onaylanmasıyla, cinsel ilişki en çok kız ve erkek kardeşler arasında görülecektir. Sosyolojik fazlar içerisinde en çok yüz veya iki yüz sene sonra DNA’lar insanların en yakınlarından oluşacak, uzun vadede pek çok hastalık tezahür edecektir.

Meselâ Amerikalı bir genç, herhangi biriyle evli yaşayacak, fakat  kardeşinden ya da ağabeyinden de çocuk sahibi olacaktır. Evrensel akıl bu gelişimi reddeder. Bu gelişim, insanlığın geleceği için çok büyük bir tehlikedir. Olaya sadece biyolojik açıdan yaklaşıldığında bile, DNA’lar birbirlerinden ne kadar uzak olursa, çoğulculuk ve çeşitlilik o kadar fazla olur, insanlığın geleceği açısından o derece doğru hareket edilir. Sosyolojik öğretiler bu sebeple aile içi cinselliği onaylamamıştır. Böyle bir gelişmeye kapı açılmamalıdır. Namus kavramının sosyolojik boyutu bu şekildedir.

Olayın psikolojik boyutunda ise; sadakat ailedeki en önemli bağdır ve cinsel sadakat de bunun içindedir. Bir insanın, sevdiği birinin başka biriyle beraber olduğunu düşündüğünde rahatsız olmaması, psikolojik bir yozlaşmadır. Namus sadece kadınlara özgü değildir. Bu konuda kadın ile erkeğin hiçbir farkı yoktur. Bu durum her iki cins için de aynıdır. ‘Namus kadına yakışır, ama erkeğe olmasa da olur’ diye düşünülemez. Bu düşüncenin daha fazla kadın ağırlıklı olarak gündeme gelmesi, çocuğu karnında taşımasından kaynaklanır. Bu sebeple biyolojik eğilim, namus konusunda kadının daha çok sorumlu olmasını öğütler. ‘Kadın, her erkeği yanına yaklaştırmamalı’ düşüncesi bu sebeple ortaya çıkmıştır. Anneliği sebebiyle çocuğun kadının genini taşıdığı kesindir. Fakat, çocuğun kimin olduğu konusunda, erkeğin bilinmeme ihtimali fazladır. Erkek, yâni baba konusunda daha hassas davranma eğilimi bu yüzden ortaya çıkmıştır.

 Kadının namus konusunda, erkekten daha çok dikkat etmesi, biyolojik eğilimlere daha uygundur. Fakat namus anlayışı açısından ideal olan, erkek ve kadın arasında hiçbir fark bulunmadığının bilinmesidir. Kadın, namus ve eşine sadakat konusunda ne derece hassasiyet gösterirse, erkek de aynısına sahip olmalıdır. Aksi halde kadının duyguları yaralanır, ‘eşim’ diye sarıldığı, sığınacak liman olarak gördüğü erkeğinin başkasıyla beraber olduğunu düşünmesi ruhunu derinden incitir. Eşini aldatma olarak tanımlanan bu davranış doğru sorgulanmalıdır.

Namus öğretisi, insanlık tarihinde ilk defa Antik Yunan’da ortaya çıkmış, mitolojik ve yazılı olarak orada uygulanmıştır. Kadın Antik Çağ’da da değersizdir. Pagan kültürde gerçek insanın erkek olduğu şeklinde bir inanış hâkimdir.

Evli kadın,18. yy’nin ortalarına kadar para biriktiremiyor, mal sahibi olamıyordu. O, kocasına köle olmak zorundaydı. Hatta İskoçya’da 400 yıl içinde, cadı veya kötü insan oldukları ileri sürülerek 9 milyon kadının kaynar yağa atılarak öldürüldüğü söylenir. ‘İçlerinde kötülük var, insanlığı yoldan çıkarırlar’ düşüncesiyle, kadınlar kaynar kazanlarda yakılmıştır.

Namus konusunda kadına biçilen rol, erkek egemenliğin bir sonucudur. Kadın ve erkek namus konusunda aynı duyarlılığı göstermelidir. Evlilikte ideal olan budur.


Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:01 Ocak 2000

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.