Bilim kaygının olumlu yönlerini keşfediyor

Kaygı insanı felce uğratabileceği gibi, çok daha devingen bir yaşam sürdürmenize de yardımcı olabilir. Son bilimsel araştırmalar giderek kaygının olumlu yönlerini gün yüzüne çıkartıyor.

Kaygı insanı felce uğratabileceği gibi, çok daha devingen bir yaşam sürdürmenize de yardımcı olabilir. Son bilimsel araştırmalar giderek kaygının olumlu yönlerini gün yüzüne çıkartıyor.

Mantığın uçlarında gezinen düşün insanları ve şairler, kaygıya oldum olası olumlu bir gözle bakmışlardır. Soren Kierkegaard’a göre kaygı “mantığın sersemlemesi” idi; T.S Eliot kaygıyı “yaratıcılığın beslemesi” olarak betimlerken, İngiliz romancı Angela Carter, “kaygı bilincin başlangıcıdır,” diyordu. Gelgelelim ki, öfkeye kapılmadan, işini yitirmeden, yaşanan gerginlikler karşısında gözünü karartmadan akşamı etmeye çalışan çoğumuzda kaygının dostça duygular uyandırdığı pek söylenemez. Günlerimiz adrenalinimizi pompalayacak ve kafalarımızı bulandıracak bir dolu gerekçeyle geçer. Maryland Kaygı ve Stres Bozuklukları Enstitüsü (ASDI) başkan yardımcısı Sally Winston, “Öngörülemezlik, belirsizlik ve elden gelmezlik gibi durumlar insanlarda kendiliğinden kaygı uyandıran etmenlerdir,” diyor.

DEPRESYONLA İLGİLİ BİLGİ ALIN

Aralarında yaygın kaygı bozukluğu, obsesif-kompülsif bozukluk (OKB), fobiler, panik bozukluk, sosyal kaygı ve travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) yer aldığı kaygı bozuklukları dünyada en yaygın görülen hastalık türü ve ülkemizde erişkin nüfusun yaklaşık %17’sini etkiliyor. Üstelik bu tür bozukluklardan etkilenenler yalnızca erişkinler değil. Fobiler ve kimi başka klinik durumlar çocukluk döneminde de ortaya çıkabiliyor.

KAYGI BOZUKLUKLARIYLE İLGİLİ HER ŞEYİ ÖĞRENİN

BEDENİ YIPRATICI

Stres hormonlarının aşırı düzeyde salgılanması hücrelerin bölünmelerini ve uzun ömürlü olmalarını sağlayan DNA’yı yok etmek, damarları sıkıştırmak ve buna bağlı olarak da kan basıncını yükseltmek suretiyle bedeni yıpratıyor. Normal koşullarda bakteri ve virüsleri gözleyen akyuvarlar da yeterince üretilemediğinden, bu durum bağışıklık sisteminde bile olumsuz bir etki yaratıyor. Kaygı ve gerginliğin kalp krizi, inme, bağışıklık sistemi bozuklukları, obezlik, kısırlık ve daha başka durumlarla ilintili olması da bu durumdan kaynaklanıyor. Kaygı bozukluklarına karşı etkili olabilecek bir yığın psikoterapi yöntemi ve ilaç var. Ancak dünya nüfusunun kayda değer bir kesiminin günümüzde de bu tür rahatsızlıklarla boğuşuyor olması, kaygı konusundaki tıbbi bilgi dağarcığımızda ciddi bir boşluk olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gelgelim, iyi haber, bilimin bu boşluğu giderek kapatıyor olması. Yeni tarama yöntemleri kaygının beyindeki etkilerini gözler önüne sererken, kan araştırmaları kaygının kimyasının durumun doğasını ve ciddiyetini nasıl etkilediğini ortaya koyuyor. Gen haritaları da kaygının genomdaki konumunu belirliyor ve bu açıdan çekincesi en yüksek olan kişilerle ilgili birtakım ipuçları sunarak, sonradan yaşamı zehir edebilecek belirtilerin erkenden önüne geçilmesine olanak tanıyor. Ne var ki, tüm bunlar kaygının tümden yok edilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Kaygıyı devinime geçiren hormonlar tam dozunda olduğunda güçlü birer uyarıcı işlevi görebiliyor ve bedenin çok daha etkili bir biçimde çalışmasını sağlıyorlar. Bu nedenle kimi zaman kaygıyı kabullenmek, hatta bağrımıza basmak bile gerekiyor. Öyle ki, asıl sorun kaygıdan kaçınmak yerine, o deneyimi denetlemenin yollarını bulmak. Winston, “Kaygının kendisi ne yararlı, ne de zararlıdır. Kaygıyı yararlı ya da zararlı kılan ona verdiğiniz tepkidir,” diyor. Ruhilim uzmanları bu son derece anlaşılır görüşü, yarışmacı yönümüzü ateşleyen savaşımcı stres ile o ateşi anında söndürebilen korkutucu stres arasındaki farklılıkla ilişkilendiriyorlar. Görünürde beyin bu seçimi çoğu zaman kendiliğinden ve bizlere danışmaksızın yapıyor. Bu yüzden sağlıklı ve dingin kalabilmek için öncelikle kaygının nasıl yönetileceğini öğrenmemiz gerekiyor.

DENGELEYİCİ DAVRANIŞ

Kaygının yol açtığı onca sıkıntıya karşın, gerçek şu ki, insan türü kaygısız- bırakın daha iyi olmayı- belki de hiç var olamazdı. Esasen kaygı bir tepkidir- tehlikeli ya da ürkütücü olarak algıladığımız bir uyarıya verilen tepkidir. Kaygıyı insan türünün evrimsel oluşumunun kalıcı bir unsuru kılan da gerçekte onun bu iki yönlü yapısıdır. Kaygının insanın kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesiyle ilgili metabolik “jiujitsu” herkesin sahip olduğu, ancak yararlanmasını pek bilemediği bir yetenektir. Kaliforniya Üniversitesi ruhbilimcilerinden Elissa Epel’e göre, savaşımcı stres, insanın belli bir durumla baş edebileceğine ve istemleri yüksek olmasına karşın bunu karşılayacak kaynaklara sahip olduğuna inandığı zaman ortaya çıkıyor. Kişi, durumu alt edebilecek gücü kendinde bulamadığında da, korkutucu stres etkisini gösteriyor ve çok daha sağlıksız bir tepkiye yol açabiliyor. Sorun, sahip olduğumuz eski sistemlerin günümüz dünyasına pek uyum sağlayamamasından kaynaklanıyor. Sıradan insanlar performanslarını profesyonel oyuncular ya da sporcular denli sergilemek zorunda olmasalar da, günlük yaşamlarında kendilerini sürekli yiyip bitiren ve derin düşüncelere sürükleyen çok daha önemsiz sıkıntılar ve baskılarla karşı karşıya kalırlar. Bu sıkıntı ve baskılar bir araya gelerek bir tür süreğen kaygı durumuna neden olurlar ve bizleri bitkin düşürür, felce uğratırlar.

SIKINTI, SORUN YARATIYOR

Sorun çözmenin ilk adımı olması gereken sıkıntının, tam tersine, sorun yaratabileceğine dikkat çeken Kuzey Carolina Üniversitesi Kaygı Bozuklukları Tedavi Merkezi Başkanı Reid Wilson, “Sıkıntı durumunun çok uzaması, sorun çözme yeteneğini yok edebilir,” diyor. Bu tür gerginliklerin bedeni nasıl etkilediğinin iyice anlaşılması çok güç. Ancak insanı farklı davranışlara iten dirimsel süreçlere odaklanıldığında çeşitli düzenekler de giderek ortaya çıkmaya başlıyor. Emory Üniversitesi’nden Michael Davis, korku ve kaygının beyindeki çok farklı etkilerini ilk kez haritaya döken kişi oldu. İrkildiğimizde hipotalamus bölgesindeki klakson çalarak hipofiz bezine hormon salgılaması yönünde sinyal verir. Bu hormon da adrenal bezini devinime geçirerek solunum, kalp ve daha başka sistemleri çalıştıran 30 başka hormonun salgılanmasını sağlar. Bu kimyasallar arasında yaygın adı stres hormonu olan kortizol özel bir önem taşır. Bedende gerektiğinden uzun süre kalarak ona asıl zarar veren kortizoldur. Korku tepkisinde beynin duygu merkezi olarak bilinen amigdalanın da rolü vardır. Ürkek farelerin korkutmaya nasıl tepki verdiklerinin araştırıldığı bir dizi deney sonucunda Davis kaygının, korkuyla ilintili olmakla birlikte, çok daha kapsamlı beyin devrelerinin etkili olduğu çok daha uzun ve yayınık bir tepki olduğunu ortaya koydu. Davis’in bu bulguları kaygının çok daha ayrıntılı bir haritasının oluşturulmasına yol açtı. Uzmanların büyük bir çoğunluğu artık kaygının hipotalamus-hipofiz-adrenal (HHA) eksen adıyla bilinen korku tepkisiyle ilgili bölümün sürekli etkin durumda olması ve korku geçtikten sonra devreden çıkartılamamasıyla ilgili olduğuna inanıyor. Bu sinyalin sürekli canlı kalmasından beynin, özerk sinir sistemini düzenleyen, stria terminalis yatak çekirdeği adıyla bilinen bölgesinin sorumlu olduğuna ve bu bölgenin kaygı bozukluğu hastalarında çok daha etkin olduğuna dikkat çekiliyor.

KORKUDAN DERS ALMAK

Ciddi korku ya da kaygı sorunları olanlar her iki durumdan ötürü zaten yeterince sıkıntı çektiklerinden olayın dirimsel temelleriyle pek ilgilenmezler. ,

KORKULARLA İLGİLİ BİLGİ ALIN...

Oysa, bu konu son derece önemlidir. Kortizol düzeyinde ani bir yükselişe, solunum ve kardiyovasküler sistemde isteriye yol açan savaşma ya da sıvışma tepkisi öğrenmeye pek olanak tanımaz, çünkü genelde beynin daha incelikli bölgelerini etkilemeden geçer. Oysa kaygı, tam tersine, beynin çok daha önemli bir bölgesini- tasarlama, düzenleme ve uslamlama yoluyla düşüncelerimizi topladığımız prefrontal korteks bölgesini devreye sokar. Michigan Üniversitesi Stres ve Kaygı Bozuklukları Programı’nın yöneticisi Dr. James Abelson, beklentisel kaygı adıyla bilinen olası olumsuz sonuçları kestirebilme ve bu duruma hazırlanma yeteneğini tanımlayan sinirsel sistemle bizzat korkuyu devinime geçiren beyin devrelerinin aynı olduğuna, ancak farklı yolakları bulunduğuna dikkat çekiyor. Oyuncuların sahneye çıkmadan önce huzursuzlanmalarına ve sahneye çıkar çıkmaz yeteneklerini başarıyla sergilemelerine olanak sağlayan süreç kaygı yolağının devreye sokulması, ancak panik tepeye ulaşmadan frene basılmasıdır. Rizikosu yüksek başka meslekler için de aynı durum söz konusudur.

KİMLER RİSK ALTINDA?

Sinirleri çelik gibi sağlam olan kişilerle diken üstünde olanlar arasındaki farkı belirleyen nedir? Deneyimler, doğal olarak, bu süreçte son derece önemli bir yere sahip. Ancak olay salt deneyimlerden ibaret değil. Savaşa katılan tüm askerler savaşın dehşetini yaşamış olmalarına karşın, sonradan bunların yalnızca %15’ine TSSB tanısı konuyor. Bu durum kısmen genlerden kaynaklanıyor ve genler, tıpkı savaşma-sıvışma tepkisi gibi, son derece olumlu bir unsur olarak işe koyuluyorlar. Annelerinden uzaklaştırılan bebekler anında ağlamaya başlar, geceyi yemeksiz ve uykusuz geçirirler. Bebekler ancak annelerinin kollarına döndüklerinde yatışıp, kendilerine gelirler. Bebekleri böyle davranmaya iten içgüdüsel tepki HHA ekseninde oluşur ve söz konusu ağı düzenleyen genler tarafından yönlendirilir. Ne var ki, bulmacanın genetik bölümü salt anababadan çocuğa geçen genlerden çok daha karmaşık bir şey olabilir. Anne ya da babanın gerginlik ve kaygıyla ilgili deneyimleri ve onlara verdikleri tepki de çocuklarda belli genlerin devreye girme ya da devreden çıkma yoğunluğunu belirleyebilir. Kısacası, savaşa katılan askerlerin %85’inin neden TSSB yaşamadığı kısmen genetik, kısmen deneyimsel dinamiklerle açıklanabilir.

DERDE DEVA BULMAK

Kaygıdan yakınanların gönüllerine su serpecek bir gerçek, uyarılarla dolup taşan dünyamızda kaygıya yol açan sistemin aynı zamanda kurtuluşumuz olabileceği. Kaygı devreleri beynin duygusal ve bilişsel bölümlerini birleştirmek amacıyla oluşturulduğundan, terapi uzmanlarının alışma adını verdikleri yöntemle insanlar belli miktarda kaygıdan kurtulabilirler. Arabanın kornası çaldığında ağlayan bebek zamanla korna sesinin ardından tehlikeli bir şey gelmediğini öğrenir ve giderek tepki göstermekten vazgeçer. Bilişsel davranış terapisinde de hastalara aynı şey öğretilir. OKB hastaları da benzer biçimde yüzleşme ve tepki önleme alıştırmaları yaparlar. Söz gelimi, mikroplar konusunda takıntılı olanlara kapının kulbuna ya da ayakkabının tabanına dokunma ve ardından el yıkama türü davranışlara karşı koyma alıştırmaları uygulanabilir. Burada önemli olan kaygı duymak değil, kaygı karşısında olumlu bir davranış sergilemenin yollarını bulmaktır. Ansızın gelen aşırı düzeyde kaygı nöbetlerinde Xanax, Valium gibi, beyindeki kimyasalların etkinliğini büyük ölçüde bastıran, benzodiyazepinler uygulanabilir. Ancak bu tür ilaçlar bağımlılık yaratabilecekleri gibi, duruma uyum sağlayıcı becerilerin geliştirilmesine de hiç yardımcı olmazlar. Kimi antidepresanlar da kaygı önleyici özelliklere sahiptirler ve bilişsel davranış terapisinden sonuç alamayan hastalarda belli bir rahatlama sağlayabilir. Kaygının sinirsel yolaklarının daha iyi kavranması zamanla hedefe daha odaklı ilaçların geliştirilmesine olanak tanıyabilir. Beyindeki genlerle ilgili daha ayrıntılı bir haritanın yanı sıra, kaygının kalıtımsal özelliklerinin epidemiyolojik açıdan daha iyi anlaşılması da olası kaygı bozukluklarının önceden saptanmasına ve sağaltımına olanak tanıyabilir. CUMHURİYET BİLİM TEKNİK EKİ

Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:27 Nisan 2012

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.